18 Kasım 2009 Çarşamba

Amaç

Selam blog.

Şimdi ben geçen yıl hayatı çözdüğümü düşünüyordum. (Hala çılgınsın hala unutkan, hayatı çözdüğüm yıl geçen seneydi - Hande Yener) Kişisel refah seviyemi maksimize etmek ve insan biriktirmek şeklinde bir amaç belirlemiştim kendime. Uyguladığımdan değil de, prensipte yane. Şu an tamamen hatalı olduğumu görüyorum. Hayatı bu yıl çözcem gibi ama.

Çözcem demeyeyim de ehe. Varoluşun anlamsızlığı üzerine yazılar okudum ve bu husus bana oldukça mantıklı geldi, ikna oldum. Bu pencereden bakınca siyaset, aşk, dostluk, ölüm gibi konseptler çok daha farklı görünüyor("gözüküyor" di mi sevgili Meriç?) göze. Hayatla ilgili amaçlarımı; kendimi daha çok geliştirmek, farklı ve yeni şeyler görmek, hiçbir şeyden emin olmamak, sistemin veya insanların bana verdiği ya da vereceği payelerle kendimi tanımlamaktan olabildiğince kaçınmak olarak revize ettim.

Siyaset pek anlamsız di mi? Tüm düşünceler bir miktar fanatizm üzerine kurulu, kollektivizm büyük bir yalandan ibaret. Bir topluluğun kendini tanımladığı nokta asla bireyinkiyle aynı olamaz. "Her insanin içinde bir peygamber uyuklar ve o uyandığında, dünyadaki kötülük biraz daha artar." Cioran Bey'in söylediği gibi, her tür beşeri ilişkide insanlar mütemadiyen kendi fikirlerinin seslendirileceği vakti beklerler. Birbirlerini dinlemelerinin de tek sebebi bu.[Bir hata olabilir bu train of thought'da kafamda sağlamasını yapmadım, du bakalım.]

Bir de mutluluğun overrated bir fenomen olduğuna karar verdim. Mutluluğa ihtiyaç yok hayata devam edebilmek için. 100 tane mutluluk kazanınca hayat oyunu kazanılmış falan olmuyor. Ondan sonra şu kadar yıl mutlu olmuşsun da şu sırada mutsuz isen yine o kadar süre mutlu olmanın anlamı yok. Amma velakin, kendini geliştirmeye-değiştirmeye- devam ettiğin vakit en azından geçmişe dönüp, "hım şu halim malca bir varoluş durumuymuş." deme şansına sahip oluyorsun. En sonunda nereye geleceğinin bilemiyorsun tabi, bilmenin de bir manası yok zaten.

Ay neyse bişeyler daha yazcaktım sanki, ama uykum gelmek. Asuş muckmuck

10 Kasım 2009 Salı



"Nothing is funnier than unhappiness." demiş Samuel Beckett.

Sartre Fikret Bila'ya ne de çok benziyor. Bila da cool.

29 Ekim 2009 Perşembe

Emmeli

Hayatta birtakım zorluklarla karşılaşıyoruz bazen. Çok mutsuz ve çaresiz hissediyoruz kendimizi. Tüm çıkış yolları kapalıymışçasına hisler içersine gark oluyoruz. Bana da oldu. Bugün eve gelmeden önce lolipop aldım büfeden. Yalaya yalaya giderim evime diye düşündüm. Ambalajı açıp lolipopu ağzıma alana kadar dünya ne kadar da güzeldi. Lakin sonrasında büyük bir rahatsızlık içine düştüm. Tam lolipopun çubuğunun şekeriyle birleştiği noktada bir delik vardı ve bu sebepten ötrü emme eylemini layıkıyle yapamıyordum. Bahse değer bir durum olmadığını mı düşünüyorsunuz? Herkes kendi cehennemini yaşar dostum taam mı? Mutsuz bir şekilde şekeri bitirecektim. Fakat sonra şekeri ısırıp çubuğundan koparma fikri geldi aklıma. Lolipop yemekten daha farklı bir deneyim oldu, ama güzeldi. Bazen duruma göre kendimize elastikiyet verebilmeli ve farklı sulara yelken açmaktan korkmamalıyız.

Diğer bir kişiyle "bir" olma duygusu eğer bir yanılsama değilse, anlık bir şey yalnızca. İinsan konformist bir canlı ve ne kadar istese de doğası gereği diğerlerine karşı dürüst olamıyor. Her şeyi konuştuğunuzu, hiçbir şeyi saklamadığınızı düşünebilirsiniz. Ama bu her şeyi, her düşünceyi anlatma durumunu sürdürmek çok güçtür. Küçük küçük düşünce kırıntıları aralardan sızmaya başlar. Anlatmaya değer bir şey, ciddi olarak düşündüğünüz bir şey değildir. Kendiniz de düşündüğünüzün hiçbir manası olmadığı fikrindesinizdir. Bu yüzden söylememeye karar verirsiniz, bilinçli bir karar değildir bu. Ama o noktadan sonra başlamıştır artık. Onun kafasındaki siz ile gerçek siz arasında ayrım başlamıştır ve uçuruma dönüşmeye meyilliymiş gibi görünüyor. Falan filan bişeyler.

27 Ekim 2009 Salı

"İnsan neyle yaşar?"

"I shall live for no man, and I shall ask for no man to live for me."

Birey olma gazım son sürat devam ediyor. Hiçbir toplumsal olgu vs. ile ilgilenmiyorum. zödöb.

Bienal hususuna gelecek olursam, bienale gittim evet. Yorum yapacak kadar sanattan anlıyormuş gibi hissetmiyorum. Gördüğüm şeyleri görmüş olduğum için mutluyum ama. Islak burger, kavurmalı kaşarlı tost patso döner gibi hususlar da yok değildi. Yanımdaki kız biraz uyuzdu işte[ehe].

Bienal hakkında birtakım şeyler okudum, aşağılamayan kalmamış. Artis misiniz olm siz? Ne bu tripler?


"Ich benötige keinen Grabstein, aber
wenn ihr einen für mich benötigt
wünschte ich, es stünde darauf:
er hat vorschläge gemacht. Wir
haben sie angenommen.
Durch eine solche Inschrift wären
wir alle sehr geehrt."

"Benim bir mezar taşına ihtiyacım yok, ama
siz benim için bir tane istiyorsanız
isterdim ki, üstünde şöyle yazsın:
O önerilerde bulundu. Biz
önerilerini kabul ettik.
Böyle bir yazıt sayesinde
hepimiz şereflenirdik."

-Bertolt Brecht

Sokaklar güzel. Bir sürü şey var görecek. Şu duvar şeyini sevdim çok, grafite mi deniyor ne ayol?

20 Ekim 2009 Salı

Seaking, Sydeck

Selam.

Yeni kayıt yazacağım. Şimdi yazamazsam uzun süre yazamamaya devam edeceğim görünüşe göre zira.

Öncelikle söylemek isterim ki hayat ne değişik. Diğer bir söylemek istediğim ise, insanlar hiç değişik değil. Ama değişik olan bir şey var ki, o da mealesef iyi bir şekilde değil de kötü bir şekilde değişik, hala şaşırabiliyorsun bazı durumlara ve diyorsun ki oha malmışım. Ya da insanlar şaşırıyor, sonra da diyorsun ki oha mallar ve malarmaya da devam ediyorlar.

Ondan sonra bir hatun var. Baya çok seviyorum. Adı da a ile başlıyor ehe.

Hayat daha kişisel bir deneyim olmalı. Bunu düşünüyorum. İnsanlarla çok laubali olmamalı eheh.

Kerem toprak hiç para eder mi?

Hah bak Kurt Cobain ne demiş: "It's better to be hated for what you are, than to be loved for what you are not."

Hilal Cebeci'de "Cem Yılmaz bir gece benimle yatsın evine başka kadın sokmaz." demiş. Böyle şeyler işte hayat.

9 Ekim 2009 Cuma

Ablanı sikiyim dünya. İnsan ilişkileri ne kafa siken konu ya.

analanalanalanalanalorci

3 Ekim 2009 Cumartesi

"Varoluş yeniden düzenlenebilir. Bir insan pek çok şey olabilir!"
Ekleme: "Çiçekler gibi olmalıyız. Seksi, barışçıl, renkli ve iddiasız."

14 Eylül 2009 Pazartesi

11 Eylül 2009 Cuma

Wassup bitches,

detoks yapıyorum. Domates yiyorum, karpuz, brokoli, semizotu yiyorum. Sürekli pide, kebap, cips, çekirdek kokuları falan geliyor burnuma ühü. Çok sefil hissediyorum kendimi. İnsan otla nasıl doysun, patlıcan yiyerek ne kadar benç bassın. Hayırlısıyla yarın son. Çok iyi antreman yapıyorum bir de.

Ya şimdi ilginç bişey söyleyeceğim. Gerçekten çok uzun süredir olmadığım kadar mutlu ve huzurlu hissediyorum. Hayattan pek fazla şey beklemiyorum. O eksik olan bir şey var ya, o yok gibi sanki ehe. Kendini sevdirmek ihtiyacından nefret ederim. İnsanın hareketlerini kısıtlıyor. Bu ihtiyaç yüzünden hiç kendim gibi davranamıyormuş gibi hissederdim kendimi bildim bileli. Ehe şu dönemde o ihtiyacı kaybetmeyi başardım. Beni olduğum kişi için seven yeterince insan var gibi hissediyorum artık. İnanır mısın sevgili blog taş gibi bir hatun görsem hiç sallamıyorum yine. Memesine götüne falan bakıyorum sadece. Hatunun gözünde kötü görünmek gibi bir kaygım olmadığı için de gayet aleni bir şekilde bakabiliyorum. Bazen sırf alışkanlıktan bakıyorum hatta, bakma ihtiyacı hissetmediğim de oluyor. Ki taş gibi hatun görüldüğü vakit, çükün beyne baskın çıkması sonucu blendax erkeklerine dönme hissiyatından da nefret ederim.

Nirvanaya ulaşmış falan değilim, hala birtakım beklenti, hırs vs.ye sahip olmak ben. Ayrıca ne kadar sürer bu durum bilmiyorum, çok uzun süreceğini pek tahmin etmiyorum. Ama iyi yani. Çok süper değil, kötü de değil. Sadece iyi.

28 Ağustos 2009 Cuma

xkcd

xkcd.com diye bir site keşfettim, sahibi Nasa'da robotlar üzerine çalışan Randall Munroe diye bir kişi imiş. Kah ehe aha diye gülüyorum, kah aa evet diyorum, kah da bir hoş oluyorum(ihi).

Gonna Live Forever

Korktuğum başıma geldi. Neden korkuyorsun diye soracak olursanız, o ağırlık salonlarındaki barlar var ya. Sana girsin okuyucu. Hım neyse, evet o barlardan korkuyordum, başıma düşürdüm. Bu noktada bir soru daha sorun bana. Hadisenin nasıl cereyan ettiğini sorun. Sorduğunuzu varsayarak söylüyorum ki, barı düşürdüm kafama, çünkü cool adam triplerindeydim. Tek hamlede, fırlatırcasına bıraktım barı tablasına(barın koyulduğu yere ne denir ki yahu?). Bu eylemim, bana, başıma doğru serbest düşüş yapan bir bar olarak geri döndü. Barı başımda hissetmemden müteakip gözlerini bana çevirmiş insanlara cool tavrımı korumaya çalışarak "bir şey yok!" manasında mimikler yaptım. Sonrasında da dedimdi ki, yahu ağırlık takmış olsaydım bu bara şimdi ölmüş bile olabilirdim pekala da. Kürek takımındaki ağabeylerimiz beni örnek göstereceklerdi ağırlık salonundaki gençlere öğüt verirken. "Bakın bir eleman vardı takımda, kafasına ağırlık düşürüp öldü." falan diyecekler idi peh. Mete Abi de ölmüş geçen gün. İyi adamdı. Pek bir şey hissetmedim açıkçası. Üzülmek için empati kurmak gerek, herkes ile empati kurmaya kalksam empati yapan organlarım kilitlenir.

Ne diyordum, hı evet, neyse şimdi benim midem falan bulanıyor bir miktar. Başım da ağrıyor. Bunun sonucu olarak da kafamda uyuyup da uyanmamak var diye bir düşünce oluştu heh. Bu da beni yaşadığım hayatı tekrar sorgulama şeysine getirdi takdir edersiniz ki. Fena değil şimdilik bence, çok da kötü yaşamadım. Daha bir sürü hata yapmak istiyorum, evet! Daha da zor durumlara gireyim de beni öldürmeyen şey güçlendirsin beni.

Zaten "hayattaki doğrular" baya göreceli bir kavram. "Einmal ist keinmal." diye bir deyiş var ya lirik Almanca dilinde. Biz "Bir kereden bir şey olmaz." diye bükmüşüz orjinal sözü, bakire kızlarımızı cimaya ikna edebilmek için haha. "Bir kere olan şey olmamış da sayılabilir pekala." gibi bir şey halbüsü. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'nde Milan Baros diyor ki, insan da yalnızca tek bir yaşam yaşayabileceğinden kendini hiç yaşamamış sayabilir pekala da. Öyle demeyelim ama biz.

Takılın gençler! Yanlış diye bir şey yok. Dönülemez hata yok. Her şey bitmiyor hiçbir zaman. Hayat zor, e yani napalım. Arabesk triplere girmeyin. Yaralanıyorsunuz, kabuklar geçmiyor falan; ama bir şey değil onlar da yaa, nolcak. Ana fikri bu yazının, çok sikindirik oldu evet.

Çok güzel theme song buldum. Müzeyyen Senar söylesin: Ölürsem Yazıktır

25 Ağustos 2009 Salı

Oh yeah man, yoktum bir süredir. Olacağım artık, rayına oturttum yalnız ve güzel ülkemdeki yaşamımı.

Hım, birtakım çetrefilli olaylara girdim ilişkiler hususunda sanırım. Yaşadığım tüm şeyleri appreciate edeceğim, değer verdiklerimi kırmak istemiyorum sadece. Umarım olmaz öyle bir şey.

Dönem başı buğrası oldum yine. Şunu da başarıcam, bunu da yapıcam diye düşünüyorum. Dönem sonu buğrası tanımak istemeyeceğiniz biri zaten.

2+1 aporlör aldım kendime, çok mutluyum bu yüzden. Hayatımdaki en önemli şeylerden biri harici hard diskimmiş bu arada. Bozulduğunu sandım da, üzüldüm oldukça. Neyse ki iyi durumdaymış. Yedeklemeliyim içerisindeki verileri tez zamanda.

Vatanıma döndükten sonra birtakım şeylerin beni frustration duygularına gark ettiğini farkettim. Yol problemini eskisinden daha fazla kafama takıyorum. Okula gidip gelmek için 7 liraya yakın bir miktar harcamam gerekmesi ziyadesiyle sinirlendirmekte bünyemi örneğin.

Kürek çekeceğim köpekler gibi umarım. Son kararım bu kenan evet.

12 Temmuz 2009 Pazar

Joghurt Mild

Kerem tatile çıktın sanırım. İnsan iki satır mesaj atar gitmeden önce zibidi. Ya da msn'den yazdığım "at yarrağısın" lafına mı küstün? Neyse, iyi vakit geçirmektesindir umarım.

Her insan dünyayı değiştiriyor. Her insan en azından bir kişinin yaşamına dokunuyor, farklılık yaratıyor. Bir şeyler için çabalıyor, başarılı ya da başarısız oluyor. Her insanın büyük sevinçleri ve acıları olmuş.

Biz ise, sokakta yürüyoruz ve karşı karşıya geldiğimizde paltolarımız sürtünüyor en çok. Halbuki, birbirimizin özünü hissedebilseydik yolumuza devam etmeden önce kucaklaşırdık eminim. Kim olursa olsun.

Otostopçu'nun Galaksi Rehberi'nde anlatılan bir ırk vardı. Söz konusu gezegen halkı evrende refahları en yüksek canlılar topluluğu olduklarından, diğer ırkların düşmanlığını kazanmışlardı. Huzurlarını bozmak için telepati lanetine maruz bırakılıyorlardı ve daha sonra huzurları bozuluyordu gerçekten.

Lakin, bence bu yeteneğe hepimizin sahip olması muhteşem bir şey olurdu. Yaşıyoruz, yaşıyoruz ve yaşamaya devam ediyoruz. Ama kaç kişiyi gerçek anlamda, her şeyiyle tanıyabiliyoruz ki?

Almanya'daki ikametim boyunca beni hafifçe de olsa rahatsız eden durum bu. Hiçbir şeye dokunamamış gibi hissediyorum burada. Hiçbir etki yaratmamış gibi. Ama küçük de olsa bir etki yarattığımı düşünmek isterim. Erasmus insanlarında, öğretmenlerde ya da en azından marketteki kasiyerde. Kelebek etkisi, evet.

İşin güzel kısmı şu ki, bu şekilde düşündüğümüz vakit, dünyanın bir anlamı oluyor. Yaşayıp, yaşayıp, ölüp, azota falan dönüşmüyoruz. Yani dönüşüyoruz da, dünya hiçbir zaman aynı olmuyor, hem de bizim sayemizde. Çiçek çocuklar falan di mi? Kıçıma çiçek sokup peace diyerek dolaşayım sokaklarda şimdi de.


Not: Bir de evet, öyle böyle. Ama sonuna kadar benimle kalacak tek kişi bile olmayacak. Senin içinde öyle. Eternal truth, çok da kötü bir şey değil.

11 Temmuz 2009 Cumartesi

5 Temmuz 2009 Pazar

Andy!

Amerikalılar hakkında benim de bir miktar sahip olduğum ön yargıya göre bu millet kültürsüz ve ukala denyolardan oluşmaktadır.

Andy Roddick, o uzaktan gördüğünüzde tipik bir Amerikalı diyeceğiniz adam, bu önyargıyı tamamen kırıp paramparça etti. Kariyerinin başlarında iyi servisi olan sıradan bir oyuncuydu. Hiçbir zaman ukalaca bir şey söylediğini, kortta çirkefçe bir hareket yaptığını görmedim.[Terbiyesizlik diye nitelendirelebilecek şeyler yaptığını söyleyenler çıkabilir, bilmiyorum doğruyu söylemek gerekirse.]

Son yıllarda kendini gerçekten çok geliştirdi. Tenisin Hall of Fame'ine girecek kadar iyi bir oyuncu bence kendisi artık. Dünya üzerindeki en hızlı servisleri atan kişi olması da cabası.

Ve bu; ziyadesiyle sempatik, çalışkan ve tevazu sahibi adam, bugün Federer'e karşı Wimbledon finalindeydi. Final öncesi onu küçümseyenler ve Federer'in maçı rahatça 3-0 alacağını söyleyenler oldu.

Andy ise bu söylenenlere yanıtını kortta verdi. Federer'in servisini kırarak ilk seti 7-5 aldı. Daha sonra tie-break'ler sonucu ardarda iki set verdikten sonra 4. seti tekrar Federer'in servisini kırarak kazanmasını bildi.

Final seti tek kelimeyle epikti. Tam 95 dakika sürdü. Roddick çok, çok iyi dayandı. Durum 8-8'ken servis kırma şansı da yakaladı. Ama maalesef olmadı. Nihayet, yorulmaya başladı Roddick. Federer ise kendini gücünü ekonomik kullanarak Roddick'in hata yapmasını bekledi ki, başarılı da olsa, bence hoş bir strateji değil. Yine de sette durum 15-14 olana kadar dayandı Andy ve benim gönlümün şampiyonu olmayı başardı.

Ödül töreninde, kızarmış gözleriyle "Günün birinde yukarıda bu turnuvayı kazananların isimlerinin yanında benimki de olacak." şeklinde söz veren Andy'e saygım bir kat daha arttı . İnanıyorum ki seneye kondisyon basıp gelirsen ağlatacaksın Federer'i Andy'm. Muhteşem performansın için teşekkürler.

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Uykum var. Ama iddiaya girerim yattığım zaman uyuyamayacağım.

Derslerime uyanamadım sabah. Kamera kaydı yaptım. Buzdolabımdaki gıdalarla ilgili bir belgesel üzerine çalışıyorum.

Spor salonuna gittim. Nereden baksan çok taş bir hatunla 2 dakikaya yakın konuştum. Blockbusters isimli Jackie Chan'in oynadığı bir hede varmış, dizi sanırım. Konu bu idi.

Guinness ve Budweiser içtim. Guinness'in daha süper bir şey olduğunu bir kez daha teyit ettim.

Gazete ve kitap ya da herhangi bir şey okumadım, ders çalışmadım.

Şimdi yatacağım. Sonra uyuyup uyanacağım, uyuyup uyanacağım. Bir süre böyle gittikten sonra da öleceğim.

2 Temmuz 2009 Perşembe

Shagwell By Name, Shag Very Well By Reputation

Merhaba blog. Lüzumsuz şeyler yazmak istemediğimden pek bir şey yazmıyorum bir süredir. Lakin görünüşe göre lüzumlu bir şeyin aklıma gelmesini beklersem oldukça uzun bir süre daha beklemem gerekecek.

Öncelikle son zamanlarda başımdan geçen ilginç olayları anlatmak istiyorum. Hım, ...

Öhöm, şaka bir yana, son 5 gündür birkaç dakikadan daha uzun sürmüş tek konuşmamı yaptığım imrovize menemenin ham maddeleri sucuk, soğan, salça ve yımırta ile yaptım. O da monolog oldu tahmin edersiniz ki. Kameramla dışarı çıkıp dağı taşı, bitki örtüsünü çekiyorum sıkıntıdan eheh.

Hoş bir durum sayılmaz bu tabi, lakin çok da mutsuz olduğumu söyleyemeyeceğim.

Funk'ı keşfettim ve bu beni oldukça heyecanlı bir ruh durumuna soktu! Sorberi'deki Funky Emotions'ı denk geldiğim vakitler keyifle dinliyordum, ama onun ötesinde pek bir fikrim yoktu funk konusunda. Sonra bir anda vahiy indi. Ben de funk albümleri indirmeye başladım. Şahane bir şey cidden yahu, dans ediyorum odada kendi kendime.

İlginçtir, bu türü dinleyip de beğenmeyecek çok fazla müzik dinleyicisi olduğunu tahmin etmiyorum. Lakin, taşı toprağı altından yurdumda Nolgoroth'lu industrial deadly garden metal grubu, Satanic Tales of the Ancient Sarcophagus'un bile hayranları bulunurken, Funk hakkında bilinenler, MJ[rip], Austin Powers[a.k.a. İzlenebilecek en komik film serisi]Vice City, , vs.'den ibaret[Aklıma gelirse başka örnek, ekleyeyim buraya].

Funkadelic, Bootsy Collins ve Defunkt'ı sevdim. Resimdeki Bootsy Collins.

Bahsettim mi hatırlamıyorum, burada bir Türk marketi bulup, sevinçle kangallarca sucuk almıştım. Dün gidip eti puf aldım 12 tane[20 cent tanesi]. Düşüncem günde 3 adet tüketip 4 gün sonra tekrar eti puf stoku yapmak idi. Ama 2 saat içinde bitirdim hepsini ehueh. Bir de, Ortam olmazsa katiyen içki içmeyen bir insan olduğum halde bira aldım.[Deutschland Eindruck] Şişesi 34 cent ama lan! Guiness alacağım bir de geldiği zaman, kalmamıştı dün markette.

Haftasonu şenlik vardı Regensburg genelinde. Bürgerfest sanırım ismi. Şehrin muhtelif yerlerinde konuşlandırılmış -tahminimce- 20'ye yakın sahnede oldukça kaliteli müzik çalındı. Çıkıp dolaştım ben de, güzeldi. Sabaha karşı beşe kadar apartmanın altında çığıran orospu çocuklarını saymazsak tabi. Ama permanent orospu çocukları onlar, festival birazcık daha azmalarına sebep oldu sadece. Yoksa saolsunlar yalnız bırakmıyorlar beni karanlık gecelerimde eheh.

İyi antreman yapıyorum şu sıralar. Hatta gideyim antreman yapayım şimdi.

Peace Out!

26 Haziran 2009 Cuma

Goodnight Sweet Prince

http://www.ismichaeljacksonalive.com/

Edit: Linki ilk koyduğumda, site açıldığı zaman ekranda sadece büyük puntolarla "NO" yazıyordu. Şimdi bir numarası kalmamış.

25 Haziran 2009 Perşembe



there is no religion
there is no reality or lack of reality
there is no start or finish
there is no me or you
there is only eveything
and the only thing that is that everything
is divinity itself
and it is all for the love of god

17 Haziran 2009 Çarşamba

Jin Kazama


Yıllardır, mükemmel vücut denince aklıma bu eleman gelir hep. Manowar Türkçe şarkı söylemiş yahu. Emotional Rollercoaster oldum :)

16 Haziran 2009 Salı

Far


İran halkı için gelsin bu şarkı! Hiçbir siyasi yorumum yok, umrumda değil. Basitçe insanların tabulardan arındığı, herkesin birbirinin mutluluğunu düşündüğü bir toplum ve dünya hayaliyle yazıyorum. Hm, herhangi olumlu bir şey olmasını beklemiyorum tabi gerçi.


Ne kadar okursam, o kadar aklım karışıyor ya. Henüz yeterince okumamış olduğumdan olacak. İnsanların bu kadar net yargılara sahip olması hadi neyse de, bu yargılarını bu kadar militanca savunmaları yoruyor beni. Bildiğin fiziksel olarak yoruluyorum yahu.

Bir de yalan değil yani, benden daha çok bilen adam bulmak zor değil. Kemalizmden giriyorlar, Türk solunun tarihinden çıkıyorlar, tüm ideolojileri falan da yalayıp yutmuşlar. İronik olmaya çalışmıyorum, maşaallah diyorum. Bilmiyorum o kadar ben, daha çok okuyacağım.

İleride dine falan mı dönerim acaba diye korkmuyor değilim ehe, beyaz türk solcusu olarak itham edilebilmiş olmak da hala içime oturmuyor değil aynı zamanda.

10 yıldır Baldur's Gate 2 oynarım, her seferinde de Aerie'ye yazıyorum. Kıramadım bir türlü vicious circle'ı, bir zaafım var herhal.

Hafızam beni yanıltmıyorsa Kerem'in en sevdiği kelimelerden birinin fuhuş olduğu, benim de eyvallah kelimesini oldukça sevdiğim belirtilmişti bir zamanlar. Bugün de şunu düşündüm, orgazm kelimesinin ivediyetle lağvedilmesi ve yerine bir Türkçe karşılığının bulunması gerekiyor. Çok irrite edici bir fonetiği var yahu. Gazm nedir be?

Baktım Tdk'nın sözlüğüne de, doyum şeklinde bir karşılığı var ki tam karşılanmıyor. Orgazmın Türkçesi "süheşt" olsun bence. Cümle içinde kullanayım: "Şehvetin doruklarında dolaşan çift aynı anda süheşt oldu. Böylece daha zevkli oldu." Tutar mı acaba kelime ehueh

Tutunamayanlar, okuduğum güzel kitaplardan biriydi. Üzerine yorum yapmak istemiyorum lakin. Nitelikli bir şey yazabileceğimi sanmıyorum çünkü.

İnsan, kendini çevresinden soyutladıkça deliriyor. Yaptığımız işlerle kendimizi unutmaya çalışmamız lazım. Muhabbet ederek, sevişerek, kitap okuyarak, ağzımızdan salyalar saçarak siyasi fikirlerimizi savunarak, dinimiz amin diyerek. Onları yapamıyorsanız da hayvanlarcasına için mesela. Ya da nadasa yatırın kendinizi ehe.


Porno muhabbeti şahane bir şey bence. Mesela arkadaşla mp3 ya da film değiş tokuşu yapıyorsunuz. O sırada bir "Porno var mı abi?" cümlesi geliyor utanma duygusunu saklama amaçlı bir kahkahayla birlikte. Ben de hemen "utanacak bir şey yok, memnun oldum sorduğuna" kahkaham eşliğinde[ahah] "Olma mı abi?" diyorum. Arda hiç sevmez mesela porno. Ben o muhabbete girebileceğim insanları çok seviyorum ama, iki erkek arasındaki samimiyetin doruk noktalarından biri porno muhabbeti, bir kilometre taşı. Toplanıp hayvanlı porno falan izlemiş insanlar daha da süper insanlar hatta, ben görmedim.[öö, en azından uzun metrajlı görmedim.] Samimiyim sözlerimde.

Not: Title related - Regina'nın albümü çıkmış, güzel sayılır.

14 Haziran 2009 Pazar

Çok anormal saatlerde uyuyup uyanıyorum. Buna acilen bir son vermeliyim. Sabah yatıp gece akşam uyanıyorum yahu.

Gördüğüm rüyaları hatırlamam hiç. Şu an az da olsa hatırlıyorum. Tarihe not düşmek babında yazayım.

Ve unuttum. hay amına koyıyım. Neyse, hatırladıklarımı yazıyorum. Gemi gibi birşeye biniyoruz, sanırım kürek takımı olarak. Gemi denemez, feribot belki ya da vapur. Tuna üzerinde ilerleyeceğiz. Şu camdan dışarı bakarken gördüğüm ırmaktan. Ama çok acayip bir fırtına var, ırmak okyanus olmuş. Dalgalar tepeleme geliyor. Deli mi sikti lan bizi, binmeyelim olm falan diyorum. Kaptana çok güveniyor ama ahali. Bin diyorlar, bizim kaptanımız işini bilir.

Kaptan dedikleri de çakal bir tip, tanımıyorum kendisini. Hatta takımın çoğunu da tanımıyorum yahu sanırım. Her neyse, birtakım insanlar delinin gerçekten kendilerini siktiğini doğrularcasına güvertede oturuyorlar. Asuşu görüyorum. Gidiyorum yanına, beraber oturuyoruz. Bu arada dalgalar üzerimize çarpıyorlar, rafting yapıyoruz sanki amına koyıyım diye düşünüyorum.

Sıkıldım anlatırken yahu. Bir şekilde varıyoruz bir yerlere. Bir apartmana çıkıyoruz. Halamların apartmanı lan bu. Ben yangın merdivenlerinin oraya giriyorum ve işiyorum.[Gerçek hayatta çiş gelme emaresi]

Bu kaptan ne biçim bir eleman, anlamadım. Şimdi de kağıda bir şey çiziyor ve çizdiği şey gerçek oluyor. Hatta kağıdı kafasına yapıştırdı ve bir kanadalı çizdi ve sonra adam Kanadalı oldu.[Oluyor ya south park'ta öyle]. Falan filan.

Sonra yine uyudum. Askerlik dersinde şişman bir kadın var öğretmen olarak ve 57'nin karesini soruyor kadın. Ama anında cevap vermek gerekiyor kendisine. Hemen cevap veremiyor çocuk normal olarak. Ben de kalkıyorum ayağa ve kadını itin götüne sokuyorum çok yerinde argümanlarla. Sınıf alkışlıyor beni falan. Argümanlar aklımda aslında da, yazsam şimdi, muhtemelen rüyadaki kadar epik bir atmosfer yaratamayacağımdan yazmıyorum ehueheh. Sonra bir şey daha gördüm, ama hatırlamıyorum.

Karar verdim. Kitap okuyacağım, hem de çok. Okumayıp da kulaktan dolma bilgilere sahip olduğum tüm dünya klasiklerini, Türkiye yakın tarihi ve felsefe kitapları okuyacağım.

11 Haziran 2009 Perşembe

Yorgunluk

Bir insan sadece düşünüp gözlemleyerek bu kadar yorulabilir miymiş?

Lestat gibi kendimi toprağın içine gömüp bir kaç yüzyıl çıkmasam.

Hayır, kitaplarda olacak bir şey o.

Büyük ve rahat bir koltuk alacağım. Rengi siyah olacak, hiçbir özelliği olmayan düz bir koltuk. Kimsenin beni tanımadığı, kimsenin beni arayıp sormadığı bir yerde sıradan bir oda bulacağım. Pencereleri ve kapıyı sımsıkı kapatacağım. Oturacağım koltuğa ve bir daha kalkmayacağım. Müzik de olmayacak, ya da herhangi bir ses. Düşünmeyeceğim. Vicdan muhasebesi yapmayacağım. Sessizce varolacağım sadece. Deniz gibi.

Üzerimi örümcek ağları kaplayacak ve ben bunun farkında bile olmayacağım. Farkında olsam da umursamam zaten. Vücudumdaki her hücremi ayrı ayrı, teker teker dinlendireceğim.

Sonunda bir gün güneş daha farklı doğacak. Ve ben hafifçe ayağa kalkacağım koltuğumdan. Şöyle bir silkinip pencereyi açacak ve temiz havayı içime çekeceğim. Kapıyı açıp dışarı çıkacağım. Karşıma gelecek her şeye hazır olarak.


Bu yazının theme müziği Seitkaliyev - Waltz Of the Butterfly

31 Mayıs 2009 Pazar

If You're Drinking to Forget Please Pay in Advance

Vay be nasıl da içmişim. Daha yeni kalkabildim ayağa. Van münüt. Bir daha da içki içmem. Sikerim böyle aşkın ızdırabını. Evet.

- Naber Çelik Atatürk nasıl?

ehehehe

Ne ki Bu Şimdi?

Bu kadar güzel gözleri olan biri gördünüz mü hiç?

***

Bir yazı yazma ihtiyacını hissediyorum. Ama yazacak yeni birşeyim yok. Hala...

Nadasa yatırdım kendimi. Yumurtalarını alırım bu nadasın umarım. Nadasa yatmak kolay iş değil, sonuçta yumurtanın üstünde öylece durmak da başlı başına bir irade işi olsa gerek. Nadasa yatmanın anlamını endişe verici bir şekilde karıştırdığıma dair ciddi şüphelerim var.

***

Tutunamayanlar'ı okuyorum bu ara. Ve Selim karakterini sanki benim için yazmış Oğuz Atay...klşadlşjsakjda şaka.

***

Msn'de İletisinin yanına mütemadiyen 'Yok', 'Lütfen rahatsız etmeyin' tarzı şeyler yazan insanlar var ya. Onlar, şüphesiz ki tüm ilişkinizi kesmeniz gereken insanlardır.

***

Yılmaz Özdil oldum. Din ne acayip di mi? Bir de Ted Mosby. O kıl herif nasıl o dizinin baş karakteri olmuş?

***

İnsanın kendi dertleri hakkında sürekli düşünmesi hoş bir şey değil benje. Başarısız bir şekilde de olsa düşünmeme eylemini gerçekleştirmeye çalışıyorum. Katiyen yansıtmamak lazım düşünsek bilem.

***

Ya ama o değil de, geçen gün şeyi düşündüm. Düşündüğüm şu ki, çevredeki tüm insanlarla, gerçek anlamda, iletişim kurmaya çalışmak çok saçma birşeymiş gerçekten. Neden insanlara istediklerini vermiyoruz ki?

Kimin tipinden neyi isteyip neyi istemediği de anlaşılıyor pekala. Bak işte, şuradaki elemanlar random talk insanları. Onlarla hiçbir derinliği olmayan spor, içki tarzı konularda konuşman lazım. Beklenmedik bir hareket yaparsan, ürkütürsün onları. Beklediklerini ver, oyunu oyna.

İşte oradaki eleman da kız peşinde koşan, onu siktim bunu siktim diyen. Sen ondan daha terbiyesiz ol, diskodan kaldırdığın hayali kızı nasıl evire çevire siktiğini utanmazca anlat ona. Oyunu oyna.

Şuradaki de, dekolteden nefret eden "zekasıyla" ön planda olan feminist hatun. Onun yanında da açık giyinenleri aşağıla, zekasını öv. Oyunu oyna.

Süslenmiş ciks hatunun güzelliğini öv, götüne şamdan sokanın özgür ruhunu. Nükte yapman gereken yerde nükte yap. Zekice bir kelam etmen gereken yerde repliğini oku. Herkes için geçerli neredeyse. Oyunu oyna her şey daha kolay olsun.

***

Bu arada yazdığım bir yazıdan tiksinmem için genellikle ertesi günü beklemem gerekir. Bu yazıdan ikinci okuyuşumda tiksindim ehue. Hava bok gibi burada hala. Yarın çok eğlenceli bir yazı yazacağım.[Yalan]

ReginaSpektorTheKillsMoonspellTiamatKamelotCamelLilyAllen

6. Maç İlk Yarı Sonrası

Ağlayacağım şimdi. 18 sayı fark.Vay be.

Hakem hakem diye inleyen Orlando taraftarları da kıçlarına kına yaksınlar. Orlando'yu iyi "görüyorlar" hakemler bugün.

Böyle savunma olmaz. O Ilgauskas'ın süre bile almaması lazım, hiçbir şey yapamıyor adam. Hadi bakalım, herşey bitmedi!



Maç Sonrası Editi: Pöh.



Ertesi gün editi: Nasıl koydu çocuğu ama Söderling ahah. Sen de artık git kendini parmakla Nadal.

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Hadi Lebron Yap Bir Güzellik


İnanıyorum sana Lebron'cum. Hayvanlığına yeteneğine balansına. Seksapelin de var. Mo, Pavlovic, Gibson biraz daha katkı yapabilirse alacaksın bu maçı. Hadi olm ya, şu hayatımda en stabil şey sensin şu an. Yazdır adını finallere. Koçum benim. Öpüyorum gıdından.

19 Mayıs 2009 Salı

Uzun Olsun Ersin, Kalın Olsun Gersin.

Kerem'e ithafen,

Benim de kafam karışık bu aralar. Peh, aslında karışık yanlış kelime, kafam boş.

 "...temelsiz ve yıpratmaya dönük her ağzına geleni söyleme üslubuna da hiç katlanamam." Ben de katlanamıyorum. İnsanların birbirlerine bu kadar yabancılaşması, tartışma amaçlarının fikir teatisi değil de birbirlerini ezerek ego tatmini sağlamak olması, düşünmek yerine hüküm vermeleri çok saçma ve rahatsız edici.  

Ve tüm bunlar üzerimde yıkıcı bir etki yapıyor dönem dönem. Duygusal olarak bir kütükten farkım kalmıyor. İnsanların meseleleri umrumda değil, empati kuramıyorum. Sahip olmaktan çok mutlu olduğum, "Hepimiz aslında biriz, birbirimize benziyoruz, kardeşiz." bilincimi yitiriyorum. Toprağa bu kadar yabancılaşmış olmamız dehşete düşürüyor beni. 

Memleket meselelerine de ilgimi yitiriyorum tamamen. Türkan Saylan ölmüş. İki farklı kutubun iğrenç sataşmalarını okuyorum. Umrumda değil gerçekten, hiçbir şey hissetmiyorum. Aklıma bir düşünce gelmiyor. Abdullah Gül'e yargılanma yolu mu açılmış, bir şey olmuş. Zerre umrumda değil. Şenlikte PKK yazılmış mumlarla. Iı, hayır hiçbir şey yine. 

Dedim ya, ben de yabancılaşıyorum.

Savunacak bir şeyim olmadığından değil. Çok şey var savunmak istediğim. Lakin, muhataplarımın karşı argümanlarının ne kadar niteliksiz olacağını bu kadar açık seçik görünce, zaman zaman bu saçma sapan odunluk dönemlerine giriyorum işte.

Hiçbir şeyi umursamayan insan üslubu takınıyorum bir şey yazacaksam da. Zırh olsun diye.

Umarım kısa sürede çıkarım bu dönemden. Gazeteodtülü'de kızın yazısının altına "Hatun güzelmiş, selam ederim." diye yorum yazdım. Gurur duydum kendimle :)

Müziğe ilgim kaybolmuyor en azından hiç. Roxy Music şahane birşeymiş. Ne kadar çok bilmediğim grup var lan. 

En iyi ihtimalle, önümüzdeki birkaç yıl pek görüşemeyeceğiz sanırım Kerem. Seni seviyorum ve umarım ileride iyi şeyler olur. 

16 Mayıs 2009 Cumartesi

Top 5 Torunu Olunası Dedeler

5 Numero - Hakkı Devrim

Bu beye özel bir sempatim yok. Herkesin dedesi çağrışım yaratıyor. Benim de aklıma 5 numaraya koyacak dede gelmedi.
+ Radikal'de dallamanın önde gideni olarak tanımlamayacağım nadir yazarlardan.

4 Numero - Belgarath

Gandalf'ı mı koyayım dedim. Sonra Gandalf'ın fazla artist olduğuna karar verdim. Belgarath işte.
+ Bir kere formda bir adam. Güreşiriz falan yeri geldiğinde.
+ Büyü ile istediği şeyi yapabilmesinin pozitif bir özellik olduğunu söyleyebiliriz.
+ Kafa eleman. 
- Fazla enerjik olabilir bir dede için.

3 Numero - Bruce Dickinson



Adam daha 51 yaşında. Ama listeye koymak istedim. Top 5 Amcalar yapmayı düşünmüyorum çünkü ehe.
+ Dedem bu adam olsa sürekli pikniğe giderdik bence. Mangalı de hep Bruce yakardı. Natural born piknikçi. 
+ Grupla da bağımız olurdu. Hepsi özünde iyi çocuklar.
- Kendisinin sebepsizce oradan oraya koşma gibi bir özelliği var. Gerçi ne kadar negatif bu, bilemiyorum.

2 Numero - Hikmet Çetinkaya

Dedesi Hikmet Çetinkaya olan birinin sırtı yere gelebilir mi?
+ Karizmanın kralı bir kere.
+ Bir duygu adamı aynı zamanda. Naif bir kalbi olan duyarlı bir insan.
+ Sağlam rakı içiyordur. 

1 Numero - Ronnie James Dio

1 numara Dio'dan başka kim olabilirdi ki? Dedesinin Dio olmasını istemeyecek biri yoktur.
+ Dünyanın en alçakgönüllü, mütevazi insanlarından.
+ İlahi bir sese sahip olduğunu kabul etmeyen olmayacaktır. Voice of Metal.
+ Mütevazi olduğu kadar da ayarmatör bir pörsınaliti. Eğlenceli bir şahıs.
- Deli gibi medieval bir insan, evde kılıçlar falan var bir sürü, dungeon var. Eğlenceli ama :)



14 Mayıs 2009 Perşembe

Organize Your Life Around Your Dreams - and Watch Them Come True ya da Hoca Bana Sıfır Verme Lan Allahsız

Ölüyorum lan hastalıktan. Ne pis ülkeymiş bu Almanya. Bitirdi beni. Hiç halim yok ühühü.

Sktir, ampul patladı, ben iyisi mi gidip ampul alayım.

...

Üniversitede geçirdiğim yıllar boyunca giderek daha çok ayırdına vardığım bir özelliğimden bahsetmek isterim. Bu özelliği "5 failures in a row" diye isimlendiriyorum.

Şöyle ki, dönem ilk başladığında şahane bir insanım. Derslere gidiyorum[bir kısmına en azından, 8:40'ta başlıyor dersler]. Anlıyorum anlatılanları. Sorumluluklarımı yerine getiriyorum falan fişmekan. Sabah 7'de bile kalktığım oluyor.

İlk vizeye kadar herşey toz pembe. İlk vizeden de ekseriyetle sınıfın yüksek notlarından birini alıyorum. Sonra.. Sonra ise noluyor biliyor musunuz? Sonra, Polis filmindeki bir Haluk Bilginer gibi oluyorum, Fall of Max Payne oluyorum.

Derslere uyanamamaya başlamak ilk semptom. Şöyle anlatayım. 8:40 dersi için 7:00 bilemedin 7:10'da uyanmam lazım, tamam mı bebeğim? Peki, uyandığımda saatin 7:40 olduğunu gören ben ne yapıyorum? Götümü döne döne uyumaya devam ediyorum.[Ha, tabi gözlerimi kapatmadan önce bir tüh veyahut hasiktir kelimesi ağzımdan çıkmıyor değil, yiğidin hakkını yiğide vereyim.]

Bu küçük addedilebilecek örneği uzattığımı düşünmüyorsunuzdur umarım. Zira, hakikat odur ki bu örnek katiyen küçük değil! Bu örnek çığ altında kalmama sebep olan küçük kartopu adeta! Bu kartopu yuvarlanmaya başladığı vakit olay örgüsünün içinde kendimi kaybediyorum.

Dersi kaçırdıktan sonraki zaman zarfında 12'ye 1'e kadar uyuyorum.

Ve Gani Müjde'nin üzerine esprilerde bulunduğu kader neden-sonuç ilişkisinin kırılmaz zincirleriyle örüyor ağlarını.

Bir gün bir uyandığımda farkediyorum ki gece 4'te yatıp gündüz 1'de kalkan biriyim yine. Ders çalışan biri hiçbir zaman olmamışımdır bilgisini de araya sıkıştırmak isterim.
Çöküş hızlı oluyor. İkinci vize delilercesine patlıyor. 13:30'daki dersime zar zor uyandığım oluyor. Gerçi, ikinci vize delicesine patlayınca, insanın götü üç buçuk atıp finale kasar ya.. Ben yapmıyorum onu, ehehe. Düşüş trendinin ivmesi sabit kalıyor.

Nasıl tabular yıkmadım ki bu yolda? Örneğin birinci sınıfta, sabahladığım gecenin sabahında, evden çıkmama bir saat kalmışken biraz kestiriyordum. İlginçtir, uyanıyordum da. Şimdi ise fosur fosur uyuyorum. Son yarım saatine, son 20 dakikasına yetişebildiğim sınavlar oldu.[Ki sınavlar en aşağı iki buçuk saat falan oluyor.] Geçen dönem yeni bir eşiği daha aşmayı başardım ve sınavın tümünü kaçırdım.

Derslerde devam zorunluluğu olsaydı farklı olacağını düşünürdünüz değil mi? Iı, ben düşünürdüm en azından. Ama devam zorunluluğu olan, üzerine AA alacağım garanti olan tek ders olan İngilizce derslerinin, daha ikinci sınıfta almam gerekenini bile geçemedim derslere gitmediğim için.

"Okulu düzgün notlarla bitirmem gerekiyor lan, istediğim işi nasıl yapacağım sonra?" düşünceleriyle götüm atmıyor mu? Atıyor tabi. Eşşeğim ama işte. Otokontrol yoksunluğu demiştim ya.

Herneyse, bu dönem ise 5 failures in a row trendine daha da erken kapıldım. Devamsızlıklarımı falan doldurdum :) Kara Kule'yi arayan Roland gibi hissediyorum kendimi. Kıracağım ama bu sefer zinciri hayırlısıyla. Roland sebat ederse kuleye ulaşacak, biliyorum. NA almayayım ben de.



Not: 5 failures in a row terimi takdir edersiniz ki, sınav haftasında sınavların ard arda gelmesi olgusundan esin buldu. Top 5 yapmaya karar verdim bir sürü bu arada, önce top 5 evlenilesi kadınlar, sonra top 5 torunu olunası dedeler yapmak niyetindeyim. Megadeth Top 5 sonra da..

12 Mayıs 2009 Salı

Erkeğin erkeklik görevini yerine getirememesi ne derece önemlidir? Lily Allen'dan geliyor. Çok tatlı hatun bu. Ben de iyisi mi uyuyayım.

Hehe


Dumb as fuck demişken, bu tanıma uyan bir oyuncu varsa enbiey'de o da şüphesiz Amare'dir. Steve'im ceylanım nasıl da sırıtıyor ahaha.

10 Mayıs 2009 Pazar

Look Like a Woman, Talk Like a Man, Sing Like a Motherfucker!

Başlıktan da görüleceği üzre glam alemlerine daldım çılgıncasına.



Twisted Sister'ı bilirdim örneğin; ama hiç albümünü indirmemiştim. İndirdim. Dee Snider ne tatlı insandır. Gore ailesini ve PMRC'yi nasıl da göt etmiştir. Kesinlikle tüm zamanların en iyi frontman'lerinden biri.

Ratt, Warrant, Skid Row dinledim. Yorum yapmaya değer acayiplikte bir fark yaratmış değillerse de güzel müzik yapmakta imiş grupların üçü de.

Glam metal ya da glam rock belki en sofistike müzik türü değil, ama ben oldukça seviyorum. Kafa yormuyor, şablonu belli. Şöyle ki,

- Sağlam riff bul.
- Deneyselliğin bokunu çıkarma.
- Bridge-chorus kısımları falan belli.
- Adam akıllı solo at fazla uzatmadan. Garip garip sesler çıkarma soloda Kirk Hammet gibi.[Ehe aslında Tom Morello falan yazmam lazım sanırım, ama elim gitmiyor, Kirk'ün saçma sapan wah-wah'larından ötrü onu yazdım]
- Maksimum 4-5 dakikada bitir şarkıyı.

Bak, ne kadar güzel oldu. Seviyorum glam metal glam rock'ı. Arda ile kurmak istediğimiz grubun da türü Glam öğeli progresif Megadeth euhueh. Önce gitar çalabilmemiz gerekiyor tabi. Davulcumuz da Amerika'ya gidiyor bu sene. Adam profesör olmuşken davulculuk yapmaz heralde. [Biz yaparız Kerem eheh.]

Glam cephesinden şimdilik bu kadar. Efenim, Alman müziğini öğrenmeliyim deyi çerçöp ne kadar Alman müziği varsa dinliyorum :) Şimdiye kadar dinlediğim Almanca vokalli gruplar arasında en beğendiğim Wir sind Helden oldu. Ben pop rock diye tanımlamıştım dinlediğimde, ama Arda'nın da uyardığı üzere gitar riffleri rock'tan ziyade biraz daha funky. Oldukça eğlenceli bir grup, Almanca'nın inanılmaz lirik, kibar bir dil olduğu yanılgısına düşüyorsunuz grubu dinleyince :) "Gekommen um zu Bleiben" ile "Gib mir nur ein Wort" isimli şarkılarını önerip bu bahsi de kapatayım.

Nekropsi diye bir grup varmış lan! Hem de 92'den beri varlarmış. Bugüne kadar keşfedememiş olmama üzüldüm gerçekten de. Bildiğin uçuruyorlar süper kaliteli müzik ile.[Ne dedim ben=)] Demoları post-metal gibi. Mi Kubbesi isimli albümleri ise masterpiece. Boğucu değil ama karanlık, sert ama distortion yok. Saykodelik rock falan demişler türüne, lakin bildiğimiz post-rock bu. Son albümleri Sayı 2 ise biraz daha elektronik, trip-hop'a kaymış gibi, ama değil. Onu çok fazla dinleyemedim henüz, ama kulağa iyi geliyordu oldukça o da.

O değil de pek Almancaları yok sanırım ama Nekropsi grubu elemanlarının. Almanca şarkı yapmışlar, Die neue Papa deyi[ki şukela şarkı], ama benim bile yapmayacağım bir Almanca hatası ile artikelleri karıştırmışlar ehe.

Dinar Bandosu'nu da bilmiyordum örneğin. Onu da henüz sağlıklı yorum yapacak kadar dinleyemedim. İlk izlenimim oldukça iyi ama.

Bu arada afedersiniz, bu Friedemann dallamasından 50 gb müzik aldım. 49'u çöp. Bu kadar sikindirik bir müzik zevki olan adam az gördüm. Indie de indie!.. Ne indieymiş anasını satıyım. Allah'ı Arctic Monkeys, The Killers'mış desem yeridir. Dandik dandik slow rnb'leri falan var bir de. Cık cık.

Indie'ye anlamsızca bir düşmanlığım olduğunun farkındayım, ama çevremdekilerin bu kadar çok dinlemesi battı sanırım. Yoksa bir alıp veremediğim yok, öyle konuşuyorum:)

Son olarak yakın zamanda keşfettiğim şahane müzik türünden bahsetmek isterim. Krautrock Almanların yaptığı bir rock türü imiş 60'lar ile 70'lerde.[Kraut argoda Alman anlamına geliyormuş zaten.] Progresif rock, ama biraz daha psychadelic.[Öyle de über bir karışım efenim evet] Baslar biraz daha baskın olabiliyor bazı şarkılarda bir de. Can, Grobschnitt, Amon Düül II, The Shiver; bunlar güzel gruplar hep.

Şu an ise Zeki Müren dinliyorum ehe. Hiç de;

"Metalimizi dinleriz
Yeri gelince Zeki Müren'i de dinleriz
Biz racon biliriz
Küpemiz var ibne diğiliz. "

adamlarından değilimdir halbüsü. "Bırakın bu ikiyüzlü tavırları" derim onlara, "tabi ki ibnesiniz." :)

Diğer bir müzik yazımda ise birtakım stereotip metalcilerden ne kadar nefret ettiğimi anlatacağım.[Coz they're dumb as fuck;)] Hatta şöyle bir profil yazısını not almışım:

"I'm pretty much just a BADASS. I smoke, drink, and like to hook up. I dont do relationships. I listen to HARDCORE, DEATHCORE, and GRINDCORE. Notice how i didnt say EMO.
DONT fuck with me or any of my friends or Ill fuck u up. I dont take shit from anyone."
Ehue, eminim daha eğlencelilerini de bulurum küçük bir araştırma ile.


Umarım yazarım, emin değilim. Esen kalın.

8 Mayıs 2009 Cuma

Best Video Ever

Bugün inanılmaz keyifsizdim, öyle böyle değil ama. Şu video beni inanılmaz mutlu bir insan yaptı yeniden. Bu kadar geç keşfettiğime inanılmaz üzgünüm. Çünkü inanılmaz bir video. Şarkı da inanılmaz.[Cidden sevdim, alaycı olmaya çalışmıyorum =)] Klipteki inanılmaz kareografiyi bir saat boyunca ayna karşısına geçip takip etmeye çalıştım. Şaka yapmıyorum. Bacakları omuz genişliğinde açtıktan sonra sağ ele havada daireler çizdirirken, sol eli öne doğru sallayıp, başı da kolların ritmine uydurma hareketi hayatımda gördüğüm en inanılmaz derecede progresif dans hareketi. Tabi bunu yaparken gülümsemek, inanılmaz mutlu ve rahat görünmek dansın birincil koşulu. Dans pistinde de deneyeceğim bunu. İnsanlar da yapsa benimle beraber hatta, inanılmaz bir ambiyans olsa.

4 Mayıs 2009 Pazartesi

Atatürk'le İlgili Oldukça Uzun Görüşlerim

Tarih kitabı gibi yazdım. İstemeden oldu, kusura bakmayın. Ben olsam okumam bu kadar uzun yazıyı, ama bu kadar yazdıktan sonra da, “o kadar yazdım” düşüncesiyle yazıyı bloga ekliyorum. Bir not daha belirtmek gerekirse evet, Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya kitabını okudum bu yazıyı yazmadan önce ve başlıca referansım o oldu. Tek bir referans kaynağına sahip olmak hoş olmasa da içime sinmeyen bir alıntı ya da özümsemiş olmadığım bir düşünceye yer vermedim..

Ülke gündemini çok büyük bir heyecanla takip ediyor değilim. Yine de ilgili kalmaya gayret gösteriyorum. Oldukça fazla şey okudum bu aralar asosyallik durumumunda etkisiyle. Tesadüf müdür bilmiyorum, ama okuduğum şeylerin çoğunluğunun kıyısında köşesinde de olsa Atatürk’ün şahsına veya eserlerine bir tenkit seziyordum.

Aklımda hala var bu sorgulamaların ve eleştirilerin(eleştiri denebilirse) bir çoğu. Neler yok ki?

- Solcu muydu değil miydi?(Halk Partisi solcu muydu sorusu da paket halinde geliyor. Hatta bazı kimseler Halk Partisinin sol bir parti olduğunu akıldan geçirmenin bile ahmaklık olduğunu iddia etmekte.)
- Emperyalist miydi, yoksa anti-emperyalist mi?
- Savaşta önemli bir zaferi olmamış.
- Kürt sorununa bir çözüm üretememiş.
- Mustafa Kemal’in raf ömrü 70 yılmış.
- Eserinde başarısız olmuş.
- Diktatörmüş.

Böyle gider bu liste. Radikal solcusu onu sağcı olmakla suçlar, muhafazakarı komünist olmakla. Gerizekalı 21. Yüzyıl Hümanisti liberal solcular takımı(Başka bir deyişle yükselen değerlerimiz) da diktatörlükle.[Bu arada bu liberal socular için bulunabilecek en güzel benzetmeyi buldum. Onu da sıkıştırıyım araya. Otostopçunun Galaksi Rehberi’nde bir gezegenin halkı bir punduna getirip gezegendeki tüm kuaförleri, insan kaynakları personelini falan fezaya gönderiyorlardı ya bir gemiyle. Bu liberal solcular takımı da o gemiye konan ilk topluluk olurdu bence eheh. Gemidekiler, daha sonra vardıkları gezegende[Dünya] hayatta kalmayı başaramıyorlardı hatta hihi:)] Kaan’ın her tartışmada bahsettiği Paradigma’nın Çöküşü isimli kitabı da 40 sayfa kadar okudum. Bu 40 sayfalık bölümde bana bilmediğim hiçbir şey söylemediği, üzerine bu söylediklerini oldukça düşmanca bir üslupla söylediği için kitabı okumayı bitirmeden bu yazıyı yazmakta bir beis görmüyorum. [“Milli Mücadele Anti-Emperyalist bir hareket değildi.” ya da “Yani 7 düvele karşı zafer kazanmamız palavra!” vs. Tamamını okuduktan sonra o kitabın da bir eleştirisini yapmak isterim.]

Atatürk devrimleri ve politikalarının tam bir başarıya ulaşmış olduğundan bahsetmek pek tabi ki mümkün değil. Ama onun başardığı şeyleri küçümsemek de cahilden ve artniyetliden başkasının yapacağı bir iş değil.

Bu başarıyı anlatabilmek için 1. Dünya Savaşı Türkiye’sindeki manzaradan bahsetmek istiyorum.

Savaş sonrası varolan memleket topraklarının neredeyse yarısı kaybedilmiş, dahası üzerinde de işgal planları yapılmaktaydı. Doğuda büyük bir Ermeni devleti, Batıda ise İstanbul’u da içine alacak şekilde büyük Yunanistan kurulmak isteniyordu. Anadolu’nun %40’ından fazlası yabancı uyruklulardan oluşmaktaydı ve Türk milliyetçileri, vatansız bir millet haline gelmekten korkuyordu. Türk milliyetçiliği de bir avuç insanın savunduğu bir konuydu, pek taraftarı yoktu. Aslına bakılırsa Anadolu Türklüğünün uzun vadede asimile olup yok olması ihtimali bile vardı sanırım. Halide Edip Adıvar, İsmet İnönü gibi isimler bile İngiliz ve Fransızların elinde küçük küçük parçalara bölünmektense, tek parça halinde ABD mandası altına girmek için uğraşmanın en iyi seçenek olduğunu düşünüyorlardı(ki bunun için de ABD’ye onların himayesi altına girmek için yalvarmak gerekmekteydi.) Öte yandan, Tanzimat dönemiyle birlikte batılılaşma hareketi başlamış olsa da şeriat hala tüm gücüyle ayaktaydı. Şeriat kurallarından bağımsız bir anayasa düşünülemiyordu. Kadın sokakta yürüyemez, peçesi tam olarak kapalı olmalı. Hür düşünce diye bir şey yoktu vs. vs. Diye gidiyor, okulda da öğrenmiştik bunları, ki bugünkü İran’ın aşağı yukarı aynısı sanırım. Sarayda kaşık çatala bile dokunamayacak kadar fobiklermiş yav günah olur deyi. Batılılaşma hareketlerinin uygulanmış olduğu İstanbul’da durum böyle iken bu hareketlerin varlığını bile duymamış Anadolu’daki durumu tahmin edersiniz.

Durum böyleyken tamamen sıfırdan bir meclis oluşturulmuştur. Mebusları irticacı Türk milliyetçileri, irticacı Osmanlıcılar, İttihatçiler, sadece irticacılar, nüfuz peşinde koşanlardan oluşmaktadır. Büyük çoğunluğunun ortak noktası Mustafa Kemal’in birinci adam olmasını istememeleridir. Yine de Mustafa Kemal, Anafartalar Kahramanından mahrum kalma lüksüne sahip olmayan mecliste birinci adam olmayı bilmiştir.

Paradigmanın Çöküşü’nden bir alıntı: “…Türk-Yunan savaşı abartıldığı kadar önemli bir savaş değildi.” Her ne kadar Fikret Bey Türklerin kazandığı muharebelerin sebebinin İngilizlerin Yunanlara yaptığı yardımı geri çekmesi olduğunu iddia etse de, benim bildiğim kadarıyla İngilizler son ana kadar Yunanlara mühimmat ve para yardımı yapmışlardır. Beyefendi Türk-Yunan savaşının neden önemli olmadığını düşünüyor anlamadım. Bu savaş kazanılmamış olsaydı bugünkü sınırlarımız ihtimalle Eskişehir veya Ankara’dan başlıyor olacaktı. Burada Mustafa Kemal’in büyük savaş kazanmamış olduğu iddialarının da yanıtı vardır. Gerek Sakarya, gerekse Büyük Taarruz’da düşman kuvvetleri teçhizat ve sayı bakımından üstün konumdadır. Büyük savaş başka daha nasıl bir anlamda olabilir ki? 300 Spartalı falan gibi bir şey mi? Çanakkale Savaşı var o zaman.

“Solcu değildi, hiç alakası yoktu.” babında yazılar okumuştum.

Bu önermenin geçerliliği solculuktan ne anlaşıldığına bağlı. Solculuk, komünizm, sosyalizm ise, hayır, Atatürk solcu değildi. Ama solculuk, düzendeki değişim hareketleri anlamına geliyorsa, Mustafa Kemal, o dönemdeki en azılı solcunun bile tasavvur edemeyeceği kadar vizyonu geniş bir solcudur.

Atatürk ülkedeki gericilik meselesi çözülmeden refah sahibi milletlerin seviyesine ulaşmayacağımızı ve bunun için batılılaşma hareketleri yapılması gerektiğini düşünüyordu.

Bunun için de, mecliste oldukça az sayıda kişi dışında hiç kimse tarafından desteklenmeyen devrimleri doğru zamanı seçerek yapmayı başardı.[cumhuriyetin ilanı, halifelik, saltanat, medeni kanun vs.]

Mustafa Kemal’in batılılaşma düşüncesinde şu önemlidir: Bu garpçılık anlayışında batı taklitçiliği ya da özentiliği yoktu. Batılılık, kendi vatanımıza batı medeniyetlerinin kendi ülkelerine verdiği kadar değer vermek, ülkemizin batı ülkeleriyle eşit statüde olduğunu onlara kabul ettirmek, ilim ve aklın yolunda gitmekti. Milliyetçiliği ırkçı değildi. Türk milliyetçisi değil, Türkiye milliyetçisiydi.

Tüm bu keskin değişikliğin tek sebebi odur. Yapılanlara, meclis, halk; ilerici, gerici neredeyse tüm aydınlar karşıdır. Şöyle bir enstantane var hatta: “İlk yapılan işlerden biri, İstanbul tramvayları ile vapurlarındaki perdelerin kaldırılması olmuştur. Gariptir, o sırada pek aydın ve ileri bir İstanbul hanımı ile, Halide Edip'le (Adıvar) konuşuyordum. Hanım, Ankara aleyhindeki cepheye katılmıştı: Bana: - Hem efendim bizim peçelerimize, perdelerimize ne karışıyorsunuz? demişti.” Aydınlarımızın günümüzdeki durumu da o kadar farklı sayılmaz değil mi?

Türkçe ezan reformunu yapmıştır. Ömrü yetse Türkçe ibadet reformunu da yapacaktı. Bir de bazıları diyor, efenim kişiler önemli değildir, neden-sonuç döngüsü olayların öyle işlemesi durumunu gerektirdiyse olaylar öyle işler. Bu reformlar düşünürken, onun yerinde başka biri olmuş olsaydı olacak olanları düşünelim o zaman. Şüphesiz ki meclisteki ideolojilerin bir ortalamasına sahip bir kişi bu reformların hiçbirini yapmayacak, anayasa şeriat kanunlarına tabi olacak, üzerine bu şahıs mecliste büyük desteğe sahip olacaktı. O değil de herhangi biri reisicumhur olsaydı, şu anki durumumuzu hayal edecek konumda bile olmazdık bana kalırsa. Türkiye eninde sonunda batılılaşma yolunda ilerleyecekti, orası doğru. Ama “Ne durumda olacaktı, ne hızla olacaktı, sanayileşme durumu ne olacaktı?” gibi birçok sorunun cevabı şimdikinden çok daha olumsuz olacağı aşikar. Kaldı ki madem tarihin böyle ilerlemesi kaçınılmazdı, o zaman neden hala bir rejim savaşının ortasında Türkiye?

Şimdi de şu “Milli Mücadele anti-emperyalist bir hareket değildir.” hedesine geleyim. Mesele yine bir algı farkından ibaret.[Benim için en azından] Evet, yeni kurulan cumhuriyetimizin emperyalizm kavramına karşı hususi bir meselesi olmamıştır. Lakin, emperyalizmin nesnesi olmayı reddetmiştir. Batılı devletlerin elindeki bilimum girişimi millileştirmiş, sermayeyi Türkleştirmiştir. Bana kalırsa, yapılmış olanlar emperyalizmin öznesi olamayacak kuvvette bir ülke için pekala da anti-emperyalizmden başka bir şey ifade etmiyor. Ayrıca hangi ülke emperyalist değil ki birader ya di mi?

Diktatördü lafına ise ya ne olacağıdı tarrağım diye yanıt vermek isterim. Ay, İstiklal mahkemelerinde bilmem ne kadar insan ölmüş diye bir argüman ancak 21. yüzyıl hümanisti diye tanımladığım insanların aptalca zihniyeti olabilir. Mustafa Kemal’in idaresi dikte şeklinde olmuş olsa da, her hareketi demokratik, özgürlükçü bir batılı topluma ulaşmak adına olmuştur.

Atatürk’ün zayıf yönleri de vardı tabi. Zira insan kendisi.

Hım, örneğin ticaret, çiftçilik gibi işlerden zerre anlamazmış. Yaptırdığı çiftliğinde her şey kurumuş solmuş mu ne, birşeyler olmuş. Henüz subayken, artırdığı azıcık paraya dolandırıcılara kaptırmış.

Ondan sonra, hususi yaşamında özellikle kadınlara karşı çok da batılı anlayışında sayılmazmış efenim.

Davasında yanında olduğundan emin olduğu arkadaşlarına birçok konuda taviz verirmiş.[Menfaat meseleleriyle alakalı olarak sanırım]

Kürt sorunu için tatmin edici bir çözüm bulamamıştır, evet. Kürt azınlığının varlığı Türk-ulus devleti projesinde bir arıza.

Son olarak, cumhuriyetin bekçisi olacak nesiller yeterince çoklukla yetiştirilememiş, devrimler halk arasında tam manasıyla sindirilememiş. Atatürk Cumhuriyetinin en büyük başarısızlığı da bu sayılabilir bence.

Tabi kendisi, bir ideolojiye sahip olmamak, iktisat, şehircilik gibi konularda hiçbir şey bilmemekle de suçlanabilir. Suçlanıyor da. Bu suçlamaların sebebi kendisinin insanüstü bir varlık, bir simge olarak Hz. Muhammed’in yanına koyulmuş olması olsa gerek. Bu da gerçekleşmesi beklenecek bir dinamik sanırım.

İnsan olan Atatürk zaafları ve güçleriyle, içinde bulunmuş olduğu şartlarla tamamen anlatılsa şu an sevildiğinden çok daha fazla sevileceği, ne kadar büyük ve sıradışı biri olduğunun daha iyi idrak edileceği şüphe götürmez.

Aydınlar, basın, meclis, en yakınları bile onun düşüncelerine şu ya da bu sebeple bazen içten içe, bazen aleni olarak her zaman muhalif olmuşlardır. Ama halkın her kesimi(Belki Kürtler dışındadır bilmiyorum) ona her zaman büyük bir sevgiyle yaklaşmıştır. O da sık sık onların arasına karışıp onlarla beraber eğlenmiştir. Mustafa Kemal iyi yaşamayı seven bir insan olmuştur. Günümüz politikacıları gibi büyük kitlelere hitap etmek için düşük iq siyaseti yapmak yerine halkı kendi seviyesine çıkarmaya uğraşmıştır hep. Siyasette de izlenmesi gereken politika bu olabilir sol partiler için gibi sanki. Önce halkın hiçbir kesimine yabancılaşmamayı, onlar tarafından sevilmeyi başarmak. Sonra da inanılan doğrulardan taviz vermeden bunları millete anlatmayı başarmak. En keskin inklaplarında bile halkın desteği Mustafa Kemal’in arkasında olmuştur.(Yobaz ayaklanma vs. Neglected)

İyi yaşamayı severdi dedim de, şu anekdotu da not almışım. Kelimesi kelimesine olmayabilir ama. Paşa İzmir’i Yunanlardan teslim alıyore, sonra bişey oteline[insert çok ünlü otel ismi, unuttum] geliyore. Garsonla aralarında şöyle bir konuşma oluyor.

- Kral Kostantin hiç bu otele gelip de bir kadeh rakı içti mi?
- Hayır paşa efendimiz!
- O zaman ne demeye İzmir’i işgal etmiş?

Bu yazıyı yazma isteğim İnce Memed 4 kitabının arkasındaki yorumlardan biri üzerine kabardı aslında.[Bu arada İnce Memed’in de eleştirisini yazmak isterim bir ara, o kadar da beğenmedim açıkçası.] O da şöyleydi:
“Türk halkının 1950 yılında, çeyrek yüzyıllık bir siyasal iktidarı niçin değiştirdiğini anlamak için bence İnce Memed 4’ü, bu, resmi tarihin dışında yazılmış romanı okumak yeter.”
Fethi Naci, Bir Romancı: Yaşar Kemal


Yazıyı buraya kopye ederken bile sinirlendim. Fethi Naci’nin kim olduğunu bilmiyorum doğrusu. Bu benim cahilliğimdir belki. Ama bu beyefendinin dediklerine cehalet bile diyemiyorum. Şaka gibi ya. Evet, Demokrat Parti gelmiştir ve milleti irtica bahanesiyle masum dindar insanlarımıza zulmeden adı Halk Partisi sanı dinsiz partisi olan ahlaksızlardan kurtarmıştır . Bak, orası doğru işte.

DP, Ağaların köylüler üzerindeki iktidarına son vermiştir di mi? İktidar nüfuzunu maddiyata çevirmek isteyenleri bertaraf etmiş, politikayla ticareti karıştırmamıştır.

Aa, yoksa tam tersi mi olmuştu lan? Hatırlayamadım şimdi. Her neyse..

Hele Atatürk de sağ değilken Halk Partisi’nin irticacılar ve ağalar partisine yenilmesinden başka bir ihtimal söz konusu değildi zaten. Atatürk sağ iken bile irticacıların teşkilatlanmasına olanak verilecek bir seçimde CHP’nin kazanması oldukça şüpheli idi. İlk cumhuriyetin en sağlam vakitlerinde bile, çoğu kişi cumhuriyet rejiminin hayatını Atatürk’ün ömrüyle bir tutuyordu.

Cumhuriyet döneminin en büyük şanssızlıklarından ilki Atatürk vizyonunda, zihniyetinde bir başka kimse bulunmamasıydı. Hatta cumhuriyet kurulmazdan evvel mecliste gerici olsun, ilerici olsun bir miktar entelektüel birikimi olan insan bulmak bile oldukça güçtü.

İkincisi ise kendisinin bir on yıl daha yaşamamış olmasıdır.

Mustafa Kemal tüm yoklukların ve muhalefetin arasında tek başına Kurtuluş Harbini kazanmış, çevresindeki insanların muhalefetleri ya da basiretsizliklerine karşın devrimleri yapmayı başarmıştır. Tam bağımsız bir ulus devlet yaratmayı başarmıştır.[O zamanlar tam bağımsızmış en azından.]
Falih Rıfkı Atay şöyle yazmış: “Onun partisine, tek parti adını verenler yanılmaktadırlar. Halk Partisi en koyu gericilikten en ileri fikre kadar bütün eğilimleri, itiraz edilemez bir prensipler disiplini içinde dizginlemeye çalışan bir karma parti idi. Bu karma-parti içinde bizler yabancı idik ve yadırganırdık.”

O mecliste halkın her kesiminden insan olmasa, tüm meclis tek bir ses olsaydı belki yapılmış olanlardan daha fazlası yapılırdı. Ama o zaman, irticacı ve menfaatçi takımının rejime karşı kini o kadar büyük ve aleni olurdu ki, iktidarı almayı başardıkları ilk anda(ki eninde sonunda olacaktı bu) şimdiki rejimi alttan alta oyma hareketlerinin aksine Cumhuriyet rejimi hiç varolmamışçasına yok edilirdi.

Sanırım günümüz kemalistliğinin en büyük başarısı, kendilerinin Mustafa Kemal’in trademark ideolojisi olduklarına insanları inandırmış olmalarıdır. Kemalizm için Atatürk bir simgeden başka birşey değildir. Kemalizm Atatürk zihniyetiyle uzaktan yakından alakalı olmadığı gibi, bazı yerlerde Atatürkçü düşünceyi kısıtlamıştır bile. O bir ideoloji adamı değil, aksiyon adamıydı. Baskın bir ideolojiye falan sahip değildi, aklın, bilimsel düşüncenin üstünlüğüne inanırdı.[Ki bu inanç günümüzde hiçbir politika odağının sahip olduğu bir şey değil] Ama, tabi ki neden-sonuç ilişkisi farklı yönde işleyemezdi. İrticaya karşı durmak isteyenlerin halkın da takip edebileceği bir simgeye ihtiyacı vardı.

Bugünkü rejim savaşının, Atatürk’e karşı eleştiri, sorgulama hatta hakaret trendinin aslında Mustafa Kemal’in şahsı ile zerre alakası yoktur. Karşıt ideolojiyi yıkmak için onun simgesini yıkmak gerektiğini bilenler bu simgeye saldırmaktadır. Ne yazık ki, kendisiyle alakası olmayan bu savaşta yıpratılan onun şahsı olmakta.

Uzun ve karışık bir yazı oldu sanırım. Ama sırf kendi keyfim için yazdığım ve başkalarının okuması şahsıma o kadar da büyük bir motivasyon kaynağı yaratmadığı için[Okumuşsanız ne mutlu tabi] çok fazla düzeltmeye ya da kısaltmaya kasmayacağım.

Son cümle yine Falih Rıfkı Atay’dan:
“Atatürk ‘bir Nehr-i muazzam gibi cuş etti, fakat çorak yerde akıp gitti.’ “

22 Nisan 2009 Çarşamba

The Pain in Kabir

Watch more Funny or Die videos on AOL Video



Bir de bazen düşünüyorum soyadım Sessions olsa ne yapardım, ne ederdim diye. Öyleleri de var. Soyadı Sessions olanlar. Yazık ki ne yazık!

19 Nisan 2009 Pazar

Tour de France'a hazırım.

Bacaklarımı hareket ettirince büyük acı çekiyorum şu an. Kaldı ki bacaklarımı hareket ettirmediğimde de hatrı sayılır bir acı hissi yok desem yalan olur.

Bugün bisiklet sürmeye karar verdim.

Hayatımda hiç bu kadar uzun bisiklet sürmemiştim. Tam 3 saat 1 dakika.

Hızlı da sürdüm. Bu başarımdan dolayı çok mutluyum şu an. 50 km civarı bişey yaptım sanırım. Bilmiyorum ne kadar iyi. Ama Lance dallaması yorulmasın diye önünde bir sürü takım arkadaşı varken ben tek başımaydım. Bir de dönüşte inanılmaz bir rüzgar vardı tersten. Biz kürekte sırttan diyorduk buna, ama bisiklette önden gelmiş oluyor sanırım. Her neyse gittiğin yöne ters yöndeki rüzgar işte. Sıçtı ağzıma. Önce kaskatı oldu bacaklarım. Sonra küçük küçük iğneler batmaya başlar gibi oldu tek tük. İğnelerin sayısı giderek çoğaldı ve tüm bacağımı kapladı sonra, şu anda da hareketsiz olduğum halde gitmiş değil sevgili iğneler.

Bisikletçilerin çektiği acının nasıl bir şey olduğunu anladım sanırım ama. İyi neyse de bu acı ne zaman gidecek ama ya ehe?

18 Nisan 2009 Cumartesi

Rebel Without a Cause

"Rebel Without a Cause" günümüze çok uygun bir tanım bence. Bir kitapta okudum bu tanımı. Bazı şeylerin böyle olmaması gerektiğini hissediyorsunuz, dünyanın kusurlu olduğunu. Ama tüm bunları düzeltecek yeni bir sistem, takip edecek bir davanız yok. Öyle oluyorsa Rebel Without a Cause olmuşsunuz işte.

Lan Kerem

Toprak hiç para eder mi? Ehe böyle devam etmeyeceğim.

Kerem Bey'in Postu

Lan Kerem, o elitist blogunda benim için bir post yazmış olman beni ziyadesiyle onore etti. Aynı zamanda bende de sana bir jest ile karşılık verme ihtiyacı doğurdu.

Arda'yla konuş bakalım bir o şenlik olayını, Glam falan olma planları vardı şenlikte. Taytlar, beyaz spor ayakkabılar falan:) Hatta Arda'larla takılmanı tavsiye ederim, tabi birbirinden iyi işletmeci arkadaşların yok demiyorum ehuhue, ama Arda'yı tercih etmek daha iyidir her zaman.

Afedersin Keremcim, ama ben henüz farklı birşey katılmış gibi hissetmiyorum kendime. Değişmiş falan hissetmiyorum doğrusu:P Schaumrolle ve Sahneroulade'nin çok güzel tatlılar olduğunu öğrendim. Biri 90 cent öbürü 1 euro.

Aslı'yla tatile gitmenize çok sevinirim abi, gidin tabi. Gezin hatta bir kaç şehir.

Pazartesi konuşuruz kuzum, hadi bakalım.

What happens in Amsterdam..

Size Amsterdam maceramı anlatacağım.
Hem de baştan sona. Ayrıntılı. Çocuklar okumasın, hatta kimse okumasın lan. Çok ayıp yazıyorum.
Sarhoşum çünkü biraz şu an ehueh.

Geldik hocam şimdi Şehr-i Amsterdam'a. Amsterdam am isterim tandanslı bir şehir. İnanılmaz kelime oyunları yapıyorum lan.

Kız arkadaşım yok benim bu arada, ne kötü.

Neyse, şehre geldik, Red Light District'in hemen oradaki Traveller'ların kadim dostu Travel Hotel'e yerleştik. Baktık Japon resepsiyonist. Noluyo lan şehre geleli bir saat oldu daha Türk görmedik dedik. Türk abi geldi sonra. Dedi ki Japon kıza, en iyi odayı ver çocuklara dedi. Oh dedik.

Çıktık odaya. Fransız dostlarımız var odada, nasıl uçuyorlar, nasıl. Baya uçuyorlar yani.

Siktir et Fransızları şimdi.

O değil de Pelin vardı lisede, çok güzeldi, Kerstin'den bahsederken sözü geçmişti. O da değil, ben o kadar da sarhoş değilim aslında, niye bu kadar saçma sapan yazıyorum lan burda.

Red Light District deyince aklımıza hemen kırmızı ışık geliyor. Iı, bağlayamadım. Orospular var bir de. 50 euro'ya suck&fuck dedikleri bir muameleleri varmış, gidenlerden duydum. Şimdi iyi kalpli orospu var, kötü kalpli orospu var. Kötü kalpli olanlara orospu diyorum, hakaret babında. Ama iyi kalpli olan da orospuluk işini yapıyor aslında. Bir dilemma bu yani. Amsterdam'da paralı sex yapmak isteyen gençlerimize çeşitli detaylar vereceğim. Normalde vücut teması yasakmış cima esnasında. Bir de hayat hanımı sütyenini falan çıkarmıyormuş örneğin. Iı genç ve yakışıklı erkeklerimiz de giysilerini çıkaramıyormuş, ya da dokunamıyormuş hanımlara ordinarily. Ama extraordinary durumlar da varmış ehe.

Balkanlardan tercih edin abi. Bir de hesaplama yapın şimdi, günde 50 sessions diyelim. 50x50 dedik, 2500. Günde 2500 oyro. sendikal hakları falan da var bu hanımların. Günde 2500 oyro nedir ya? Yüklü bir meblağdır tabi ki.

Bir de bu Red Light District'te there are lots of amcalar teyzeler. Çocuklu çoluklu aileler falan bile geziyor ya, emmeli gömmeli mekanların önünde. Böyle turistik bir seyahat yapıyorlarmışçasına.

Ne kaldı? Live Sex Shows. Sex show izliyorsun işte canlı olarak, kabinler var. 2 dk'sı 2 euro'ydu. Yapmamış olmıyım diye girdim 2 dk, ucuz zira. Whole package for 30 euro. Ama ne gerek var. Bi esprisi yok. Porno işte bildiğimiz.

Ev arkadaşım Friedeman Swedish kızların Almanca aksanını çok seksi buluyormuş öyle dedi.

Hım sex shoplar var. Ordan da birşey almadan gitmiş olmıyım dedim ehe. Candy Bra aldım. 05.2010'a kadar son kullanma tarihi var. Birine giydirme ihtimalim olur belki diye umuyorum o zamana kadar.asjkdsad.

Ay neyse, Hollandalılar cidden çok tatlı insanlar ama.

17 Nisan 2009 Cuma

Eternal Sunshine of the Spotless Mind

Anlatacak çok şey var. All the fucked up shit i did in Amsterdam. Ama buradan başlamazsam beynimde diğer anlatacaklarım için barınacak yer bulamayacağım.

Gözümün önünden filmden replikler, görüntüler gitmiyor. 5 yıl olmuş çıkalı ve ben on gün önce izledim.

------ O değil de baştan sona spoiler'lı yazdım. Siz de 5 yıl içinde filmi görmemiş olanlardansanız okumayınız.------

- You're kind of a closed mouth aren't you?
- Sorry. Just...you know, my life isn't that interesting. I go to work, I come home... I don't know what to say. You should read my journal. It's just...blank.

Boş değildi günlüğü. Ama Clementine'ı oradan çıkardığında hiçbir şey kalmamıştı işte. Daha değerli ne var ki dünyada? Doğru soru bu değil. Dünya onun ta kendisi değil miydi zaten?

İnsanlar garip canlılar.[ne garibi ya, bildiğin mallar işte.] O kaleyi ayakta tutmak için gereken her şeyi yapacaklarına, ortaklaşa yıkıyorlar dünyalarını. O'nun, Joel'ın zihninden tamamen yok olması çok daha kötü belki, ama insanların genel olarak yaptıkları da bundan o kadar aşağı kalır sayılmaz aslında.

-You look in a baby and it's so pure, so free and so clean. And adults are like this mess of sadness and phobias. And Howard makes it all just go away.

E, öyleyken öyle. Lakin, biz o "mess of sadness and phobias"'dan oluşuyoruz zaten. Her seferinde, yeni bir başlangıç yapmak istememiz, kendimizi bağladığımız zincirlerden kurtulmak istememiz ne kadar saçma düşününce. Olacak olan vicious circle'dan başka bir şey değil isteğimiz gerçek olsa.

İlerlemeli, devam etmeli, çabalamalıyız. İlişkiler için değil sadece, her şey için. Bir şeyler boka sarıyor ve boka saran durumun sonucunda bir karar veriyoruz. Hayatı yaşamanın doğru bir yolu yok, o anda bize daha nitelikli görünen eylemi yapmaktan başka bir şey yok.

-Mierzwiak please let me keep this memory. Just this one.

Anıların yok oluşunu izlerken, neredeyse fiziksel bir acı hissettim. Bana ne oluyorsa.. İlk izleyişimde bazı yerleri atladım hatta dayanamayıp.

Ve sonu. Mutlu sonla bitmiyor film. Olabilecek en kötü son değil belki, ama yok olmuş şeylerin kocaman varlığı hala orada.

-I'm going to marry you. I know it.

Neden olmasın, birbirlerini her şeye rağmen tekrar buldular ne de olsa.

Meet me in Montauk...

12 Nisan 2009 Pazar

The Killing Road

Umarsizca dolasiyorum yollari.

Viyana ve Prag'i gordum. Simdi Berlin'deyim. Yarin ise Amsterdam'a gidecegim.

Afedersiniz, resmen ebem yiprandi bu yol esnasinda. O kadar cok yuruduk ki, ama Oktay beyimizin pek umrunda sayilmaz bu durum.

Kisaca yorumlamam gerekirse(ki aslen gerekmiyor, ama yine de yorumlayacagim.);

Viyana oldukca pahaliydi ve cok fazla da birsey yoktu acikcasi gorulecek.

Prag cok guzel, ama fazla turistik bir sehir.

Berlin'i de begendim oldukca. Ozellikle duvar muzesi baya etkileyiciydi. Ama her yerde bir West Berlin propagandasi hissediliyordu, bundan biraz rahatsiz oldugumu söylemeliyim. Ayrica Dogu-Bati ayriminin sebepleri sanki hasir alti edilmis gibi.[Sonradan edit: Bunu çok iyi ifade edememişim. Farklı kutupların varolmuş olmalarının sebebinden ve artık biri yok olduğuna göre tarihi galipler yazar şiarıyla sadece kaybeden tarafın kötülüklerine vurgu yapılması, kazanan tarafın kötü yönlerinin hasır altı edilmiş olmasından bahsediyorum. Aids'de insanları başarı ile öldürebiliyor, aids virüsünün ölmüş olan insandan daha mı nitelikli olduğunu söylemeliyiz yani?] Duvar'in parcalari 9 euro'ya satiliyordu lan. Saka gibi..

Deginmek istedigim bir diger nokta ise, her yeri isgal etmisiz lan. Elini kaldiriyorsun Turk'e carpiyor.

Gordugum sehirleri notlandirayim#

Viyana'ya 5 veriyorum. Regensburg'u tercih ederim Viyana'ya net bir sekilde.

Prag 7.5.

Berlin 7 falan gibi.

Hic gece hayati yasayamadim lan. Oktayin sucu. Yarin Amsterdam.

9 Nisan 2009 Perşembe

Interrail Yap

Yola çıkacağım yaklaşık 5 saat içinde. Oktay ile. Viyana-Prag-Berlin-Amsterdam-Eindhoven. Kerem dallamasını aradım açmadı. Skype'dan telefonları ararken numara görünmediği için bazen cep telefonlarına vahiy gönderen tanrıymışım havası yaratmak istiyorum. Oturduğun yerde götünü karpuz gibi büyütmüşsün zibidi. Kalk da dinimi yay, insan yığınlarına.

Kerem nasılsın lan? Blogdan sorıyım bari, çıkmıyosun telefonlarıma:P Şafak'la barışabildiniz mi?






Clementine'ın saçları ne kadar güzeldi Eternal Sunshine of the Spotless Mind'da.

5 Nisan 2009 Pazar

Devrim..


İnsanın hayatta kendine ait kutsalları olması güzel bir şey. Stadyuma kazınmış sözcüğün ifade ettiği o ruh tüylerimi ürpertiyor.

29 Mart 2009 Pazar

Nürnberg

Sabahın erken saatlerinde düştük Nürnberg yollarına.
-Nürnberg'in yolları taştan, Kerstin sen çıkardın beni baştan.

Nürnberg'in inner city kısmı veya şehir merkezi mi denir artık bilemeyeceğim, afedersiniz, çük kadardı. Bu merkezin ortasında çeşit çeşit şeyler satılan bir pazar var. Kalp şeklinde şeker, çukulata benzeri üzerinde de aşkım, sevgilim, kuzucum falan yazan birtakım gıda maddeleri vardı, Kerstin bunların hoş şeyler olduğunu düşünüyor, "This is very German." diye tanımladı.


Sonra 2 ayrı kiliseye gittik. Ortaçağdan kalma kiliseler sanırım. Biraz rahatsız edici buluyorum bu kiliselerin ifade etttiği şeyleri. Ortaçağda halk sürünürken bu kadar görkemli binaların yapılabilmesi, genel olarak dinin ne kadar güçlü birşey olduğunu gözüme gözüme soktu. Ve hani bir iki yerde değil, gittiğim her şehirde var bu humongous kiliselerden. Her neyse, bunlardan bağımsız olarak bakıldığında gerçekten estetik olarak çok güzeller diyebilirim.


Yürüyüşümüze devam ederken bir baktık şato benzeri bir yere varmışız. Çıktık tepesine, güzel bir manzara vardı:


Daha sonra ise Spielzeug Museum'a gittik. Bu da oyuncak müzesi oluyore. Oyuncaklar korkutucuydu biraz, porselen bebekler vs. "Çocukça" şeyler değillerdi, Chucky çok daha sevimli kalır yanlarında:) Hım birtakım eski oyun konsolları vardı ama, çocukluğuma döndüm az da olsa. Nintendo Gameboy, Atari 2600 falan vardı. 300-400 yıllık oyuncaklar falan vardı bir de, onlar o kadar korkutucu değildi. O değil de Führer vardı hehe:

Jake'le samimiyetimizi geliştirdik. Seviyorum elemanı ya, çok down to earth bir çocuk. Hatta bir geceyi nezarethanede geçirmeyi kararlaştırdık beraber. Birilerini dövebiliriz belki diye düşünüyorum, dövülecek çok adam var nasıl olsa, dallamalar sürüsü var burada.

Modern sanat müzelerini seviyorum, sanattan çok iyi anladığımı falan iddaa edebilecek bir durumda değilsem de. Zaten modern sanatta anlaşılması gereken bir şey var da ben mi anlamıyorum, o da ayrı bir tartışma konusu olsa gerek. Popolar vardı mesela bir sürü üzerinde belli bir patern olan, sandalyelerden oluyormuş. Şöyle bir şey:


Bir de bir resmi çok beğendim, dibe vurmayı çağrıştırdı:


O değil de, kızla muhabbet ettim baya aslında, hatta 17'sinde İstanbul'a gideceklermiş, gezdireyim seni falan dedim. Ama, hiçbir şansım olmayacaksa 40 saatlik tren yolculuğunu çekmek istemiyorum ya. Kerstin, köpek etmesene lan beni kitapsız eheh.

Regensburg'a döndükten sonra gecenin sonlarında bir klüpteydik. Danny'de Kerstin'den sigara iste, dedi, o da gelir belki dışarıda içersiniz dedi. Avcumu yaladım ama bu plan hususunda, gelmedi hatun. Efkarlandım ben de tabi, neyse ki sigaram vardı audaıjasd:)

Danny de kral eleman bu arada. Gel şu kızları ayarlayalım dedi sonra. Gittik yanlarına Jake-Danny-ben. Sonra kızı ayarladım cidden, hem de kız bir kelime İngilizce konuşamıyor ehehe. Bir önceki postumun yorum kısmında belirttiğim üzre, kıza indie dinliyorum diyorsun, tüm kapılar açılıyor. Indie night varmış cuma günü, oraya beraber gidebilirmişiz; bugün gay night varmış, bugün gitmeyelimmiş.

28 Mart 2009 Cumartesi

Regensburg Günlükleri II

Beklediğiniz dosya konusu geldi sonunda! Çok tutulan ilkinden sonra, Regensburg Günlükleri Volume 2'yi de yazdım. Yazının ilerleyen kısımlarında, Almanya'da kızların teklif etmesi, esrar ve uyuşturucu partilerinin iç yüzü, ders aralarında öğretmenlerin de katılımıyla gerçekleştirilen orgy'ler gibi ilginç bilgilere rastlayacaksınız. Keyfim yerinde bugün nedense.

En son Regensburg'daki ilk günümü anlatmıştım. Açık konuşmak gerekirse sonra ne olduğunu pek hatırlamıyorum şu sıralarda.

Yurduma yerleştim. Yurt denemez, bildiğin ev. Ev arkadaşım var bir tane de, banyo ve mutfağı beraber kullanıyoruz. İsmi de Friedeman. Megadeth'te de Marty Friedman vardı, hayırlı bir alamet. Biraz pasaklı bir eleman sanırım; ama delikanlı çocuk, ilk izlenimim olumlu kendisi için.

Lakin eve gelmemden 2-3 gün sonra Friedeman ebeveynlerinin yanına gitti. Şu sırada yalnızım yani.

Çok fazla bar ve klüp var burada. Gece insanlar coşuyorlar, bağırıyorlar, taşkınlık yapıp sevişiyorlar. [Birileri yapıyor bunları, kim yapıyor fikrim yok] Biz de çıkıyoruz geceleri işte enternasyonel ekibimizle, eğlence anlayışıma ters biraz, ama bir sosyalleşme aracı bu en nihayetinde.

Bir kızdan baya hoşlanıyorum, en son lisede birine bu kadar hoşlantı duymuştum.[bu kelimeyi kullanmak için fırsat kolluyordum.] Mamafih kendisi bakmıyor bana pek. Bu durumdan rahatsızım diyebilirim. Lisedeki fahişe de bakmamıştı zaten. Bu arada tesadüf müdür nedir, hoşlandığım tüm hatunların yaşı benden büyük oluyor ya.

Ahanda kaldığım yer diye bu özensiz yazıyı bitiriyorum. Köprünün sağındaki sarı bina efendim.

22 Mart 2009 Pazar

Ben sana Regensburg'a gitme demiyorum, hobi olarak yine git.

Bugünü internette geçirdim neredeyse tamamen. Bir saat koştum ama en azından. Regensburg Günlükleri II'yi yazamayabilirim bugün. Birkaç eğlenceli şey okudum.

İlki şu ki, Houston Rockets oyuncusu Carl Landry trafikte çıkan tartışma sonucu vurulmuş. Komik değil di mi ehe? Ama şöyle ki sıyırmış kurşun, eleman da kız arkadaşının yanında olmasına aldırmadan, hatunu bırakıp topuklarını götüne vura vura kaçmış.

Bir de Yaşar Nuri Öztürk'ün basılması hakkında birşeyler okudum. Öhöm, hocayı basmışlar, olur böyle şeyler. İnsanoğlu çiğ süt emmiş ne de olsa. Ama hocamızın hanımının "Fahişeliğe geçit vermem." şeklindeki açıklaması, bu olayı çok eğlenceli bir hale getirdi benim için.

Peace Sells

Rüyamda turuncu saçlı bir kız gördüm. Öyle birinin varolduğunu biliyorum, okulda görmüştüm çünkü birkaç kere. Ama bunun ötesinde hiçbir şey bilmiyorum kendisi hakkında. Bilseydim keşke.

Münih'e gittim bugün. Anlatacağımı umuyorum olan biteni. Yarın Regensburg Günlükleri Volume II'ye başlayacağım.

17 Mart 2009 Salı

Açılayım

Ülkemizdeki siyasi gelişmelerden direkt olarak etkilenmeyecek bir konumda olsaydım[ve tabi bir de ülkemdeki insanların akıbeti hakkında birşey hissetmeyecek bencil bir schwachkopf olsaydım.(Evet, derste öğrendiğim Almanca kelimeleri de kullanıp prim yapabileceğim artık:) (oha ama çok uzun parantezler yazıyorum hep, cümlenin ucu kaçıyor.)], evet böyle bir konumda olsaydım eminim ki Türkiye'deki gelişmeleri takip ederken inanılmaz eğleniyor olacaktım.

Mesela, açılım kelimesinin sürekli ortada dolaşmasını çok eğlenceli bulduğumu söyleyebilirim. Hop diye açılımlar çıkıyor. Kürt açılımı var, çarşaf açılımı var alevi açılımı sonra. Genel seçimler zamanını hatırlıyorum, Devlet Başkanımızın ip açılımı vardı. Bugünkü başlıklara bakarken de şöyle bir şey gördüm: "AKP: Baykal nasip açılımı yaptı."

Türkiye'deki gelişmeler insanı türlü duyguya gark edebiliyor, ama sıkıntının bunlar arasında olmadığı kesin.

15 Mart 2009 Pazar

Regensburg Günlükleri I

Uzun süredir yazamıyorum. Regensburg'a geldim Erasmus zımbırtısıyla, gördüklerimi ve düşündüklerimi anlatmak isterim. Ama hepsini bir kerede anlatmayacağım.

En baştan başlıyorum.

Ankara'dan İstanbul'a giderken motorlu taşıtlardan olan, uçağı kullanarak ilk uçağa biniş deneyimimimi yaşamış oldum. Akabinde İstanbul'dan Münih'e giden uçağa binerek de ikinci uçak deneyimimi yaşamış oldum.

İlk seferinde tırstım açıkçası. Çünkü uçak irtifa kazanırken büdürüp büdürüp sesler geliyor ve sarsılıyorduk, o sesler kesildiğinde ise uçağın irtifa kaybettiğini hissediyordum. Ayrıca, söz konusu taşıt bir sağa bir sola yalpalıyordu adeta ve bu da bir miktar tedirgin etti beni.

İkinci seferde ise çok daha sofistike bir araca bindiğim aşikardı ve o kadar da tedirgin olmadım. Ama bu sefer de, sanırım uçağın çok hızlı yükselmesi sonucu oluşan basınç farkının vücudumda oluşturduğu etki sarhoş gibi hissetmeme sebep oldu ve sızdım. Yine de, altımızdaki bulutlar ve üstümüzde, gücünü yeni bir farkındalıkla hissettiğim güneş görüntüsünün etkileyici olduğunu hatırlıyorum.
Münih'ten Regensburg'a yaptığım tren yolculuğu ve sonrasında Regensburg'da kalacak bir yer bulma çabam oldukça yorucuydu. Ekseriyetle, üzerimde taşıdığım 40-45 kiloluk ağırlık nedeniyle.

Şehre geldiğimde ilk farkettiğim şeylerden biri wind-amplified soğuk oldu, diğeri ise köpeklerin otobüslere binebilmesi. Taksilere bile binebiliyorlar. İlk gözüme çarpan şeylerden bir diğeri yapıların mimari güzelliği oldu. Karakteristik ve güzel yapılar olduğunu söylebilirim burada. Eski yapılar da zamanın yıkıcı etkisinden pek nasibini almamış. İnsanlar genelde yaşlı ve nazik. Birtakım teyze ve amcalar yüzünüze bakıp gülümsüyorlar ve bu bence güzel bir şey.


Şehre pazar günü varmış olmam dolayısıyla yurda yerleşemezdim ve hostel benzeri bir yer bulmam gerekiyordu. Bulduğum bir otel günlük ücretin 60 euro olduğunu söyledi ve buralarda bulabileceğim en ucuz otellerden birinin orası olduğunu ekledi. Şansıma küsüp pahalı da olsa bir otele yerleşme kararını vermek üzereydim ki, talihim geri döndü. Benim gibi, Erasmus programıyla Regensburg'a gelen Ebru ve Damla'yla karşılaştım.

Beni almaya geldiklerini söylediler hem de. Buluşma yöntemi olarak da bana rastlamayı umduklarını belirttiler.

Sonrasını kısaca anlatmak gerekirse, Ebru ile Damla'nın "evlerine" gittim. Ev diyorum, ama aslında yurt bunlar, evden çok bir farkı olmadığından bu kelimeyi kullandım. Mutfağı, oldukça küçük de olsa tuvalet ve banyosu, 2 tane de odası vardı yurt dairesinin. Ve ayrıntılar önemsiz; ama günün devamı güzeldi.

İlk günüm böyle, işte. Gücümü toplayınca devam edeceğim.