25 Ağustos 2010 Çarşamba

Florence

Aklımda kalan bir-iki küçük şey var. 


Öncelikle bu tıp literatürünü Türkçeye çeviren dallamalar kim bilmiyorum ama - ki bilmemem normal; denizde su, tıp aleminde dallama - çeviri niyetine İngilizce kelimeyi Türkçeymiş gibi yazıyorlar sadece. HGTTG'de de bununla ilgili bir bölüm vardı, halk çok önemli bir şey yaptıklarını sansın diye değişik terminolojiler uydurma hedesi. Prospektüslerde "Entrevenöz yoldan verilir. Aşırı dozu fatal olabilir." falan yazıyorlar ya "Damardan verilir, aşırı dozu ölümcül olabilir." dese normal insanla aynı seviyede olacak tabi amk çocukları.


Felsefede de böyle bir durum var gibi sanki, ama yeterince bilgili olamadığım için emin olamıyorum. İde, us, sik sok falan. Bu konuyu daha çok araştırıp kelimelerin gerekliliğine ikna olmazsam felsefeci ipnetorları da gerektiğince aşağılayacağım köşemden. Eheh.


Bu arada Florence + The Machine'deki Florence'ın sesi insanüstü gerçekten. Dinlerken bazı bazı haz küpü oluyor, ruhsal orgazmlar yaşıyorum.  Sıkılmadan aynı albümü bu kadar uzun süre dinlediğim nicedir olmuyordu.


Ondan sonracığıma, bu amaç konusunu düşünüyorum yine. Mutlu olmanın, nihai -ultimate- amaç olamayacağına kanaat getirdim, çünkü sonu iyi biten şeyler iyidir, kötü bitenler ise kötüdür. Ölüm de çok nadir iyi bir son sayılabilir.O zaman bir şeyler üretmek, toplumda bir fikir önderi konumuna gelmek gibi şeyler kalıyor geriye amaç olarak. Toplumun da amk ama. Hayırlısı.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Stajda okuduğum kitap ve izlediğim filmler

Staj sırasında kitaplar okumaya, filmler izlemeye, spor yapmaya ve düşünmeye vaktim oluyor. Bu durumdan memnunum.

İlk önce Motorsiklet Günlükleri'ni okudum. Kitap hakkındaki yapabileceğim yorum şu ki, ben banyo yapmadan imkanı yok o kadar dolaşamam. Bu düşünce beni ne konuma düşürür bilmiyorum, ama kişisel hijyen durumum bayaönemli. Kirli ve çapulcu gibi hissedince mutsuz oluyorum çünkü, insanlığa da bir yararım kalmıyordur.

Ondan sonra Gog'u okudum. Giovanni Papini'nin Kırık Ayna isimli öykü kitabını daha önce okumuş ve fena bulmamıştım, üzerine Ekşi Sözlük'te "bir kitap okudum hayatım değişti dedirten kitaplar" mı ne öyle bir başlıkta kitabın ismine methiyeler düzülmüş olduğunu görünce beklentim artmıştı. Ve fakat o kadar da süpersonik bir kitap değilmiş. Yazar aklına gelen fikirleri yazabilmek amacıyla roman formunu kullanmış ve bir karakter yaratmış, ama kurması gereken tek karakteri de tutarlı ve başarılı olarak kuramamış. Söz konusu fikirler de o kadar ilginç değil. Bunların üzerine bir de, kitapta, seksist, ırkçı ve muhafazakar(katolikçi eheh) esintiler olduğunu söyleyeyim, bilhassa yazarın sporu aşağılamasına da illet oldum.Öhöm, yine de okumaya değer bir kitap sayılabilir Gog. Ehe ben bile inanmadım bu kadar lafın üstüne bu cümleye, ama ciddi sayılırım.


En son bitirdiğim kitap ise Maldoror'un Şarkıları. Biraz zor bir kitaptı, özellikle de benim gibi şiirle daha önce hiç alakası olmamış biri için sanırım daha zor olmuş olabilir, bu durum alakasız da olabilir. Nasıl yorumlayayım bilmiyorum, bazı kısımlarda bir sayfa boyunca süren cümleleri anlamaya çalışırken baş ağrısı çektim, bazı kısımlarda Özdemir İnce'nin Öztürkçe kasışına içimden fuckoff-faceoff dedim, lan burada herhalde bir şeyleri kaçırıyorum ki etkilenmiyorum diye düşündüğüm de oldu. Lakin, kitap; heyecan verici pasajlar, etkileyici cümleler, zaman zaman hayranlık uyandıran üslup ve söz oyunları açısından kesinlikle fakir değildi. Ehe ne güzel cümleler kuruyorum. Demem o ki, kesinlikle çabam karşılıksız kalmadı, 300 sayfa boyunca nabzınızı artıracak bir paragraf bile bulabilirseniz o kitap baya güzeldir zaten.  Birkaç alıntı yapayım, bir de çeviri sayesinde öğrendiğim kelimelerin bir listesini koyayım madem.


"...Bununla birlikte çağlar boyu hep kendi güzelliğine inandı insan. Ben, özsaygı yüzünden kendi güzelliğine inandığını sanıyorum biraz; ama gerçekten güzel değildir insan ve kuşku duyar bundan; çünkü neden benzeşinin yüzüne bunca tiksinmeyle baksın?"


"Ben de tıpkı köpekler gibi sonsuzluk gereksinimi duyuyorum... Ama çaresizim, doyuramıyorum bu açlığı! Bana söylediklerine göre, bir erkekle bir kadının oğluymuşum.Bu hayrete düşürüyor beni... daha üst düzeyde olduğumu sanırdım!"

"Varsam, bir başkası değilim. Kabul etmiyorum bu anlaşılmaz çoğulluğu kendi varlığımda. Yalnız olmak istiyorum kendi kanıtımda. Özerklik... Yoksa su aygırına dönüştürsünler beni. Yok et kendini yerin altında, ey arsız iz, ve artık çıkma yabanıl öfkemin karşısına. Öznelliğim ve Tanrı, bir beyin için ikisi çok fazla."

Bunları yazarken benim yaşımdaymış Isidore Ducasse ve 2 yıl sonra da ölmüş.

Kelimeler de, kösnü, tüze, harmani, özeksel, hünsa falan filan.

Wallpaper'ımı House'taki hatun yaptım. Fena değil.

Ondan sonracığıma, La Haine ve Zeitgeist isimli filmleri izledim. La Haine 50 katlı binadan aşağı düşen adamın hikayesi tabi. Düşene dek şunları söyler:
"Buraya kadar her şey yolunda, buraya kadar her şey yolunda, buraya kadar her şey yolunda."

Zeitgeist ise, hmm peki filmdeki her teori doğru olsa bile... Yeeeeaaaaaniii demek istiyorum, sevginin gücü falan öeh zaten. Sıradan insanın gücü diye bir şey de yok, sıradan insan sıradan insan olduğunun farkında olmadığı için sıradan insan zaten. Küçük adam kitaplar okusaydı, filmler izlese, sorgulasa ve kendine anlatılan hikayeleri düşünmeden kabullenmeseydi sıradan insan olmazdı. Bundan mütevellit, sıradan insanın gücü diye bir şey yok, sıradan insanı harekete geçiremezsiniz. Buradan çıkacak sonuç da o ki, adamlar dünyayı ele geçirecekse, kollarımıza ya da beyinlerimize çip takacaksa ve istedikleri zaman o ılık popolarımızı sikeceklerse bile yapacak pek bir şey yok. Öyle takılalım işte, kendine saygısı olmayan insanlığın hiçbir zaman gelmeyecek selameti için çabalayarak konforumu bozacak kadar küçük görmüyorum kendimi.

Hm, bu kadar sanırım. Survivor Merve'yi beğeniyorum.

15 Ağustos 2010 Pazar

Polisevi - Gün 1

İnsanlar olgunluğu yaşla ilgili bir şey olarak görüyorlar, çok doğru değil. Yaşları ilerledikçe daha da olgunlaştıklarını düşünüyorlar, evleniyorlar, para kazanıyorlar, cool  olduğunu düşündükleri ilgi alanları edinip Kaş'a tatile gidiyorlar. Paytak paytak adımlarla, başlarını kaldırmadan annelerini izleyen ördek sürüleri gibiler. Ama anne ördek yok, en baştaki ördek en sondakini takip ediyor, bir çember oluşturmuşlar. Ördek işte, ehe.

"Tanrı dünyayı yaratırken bana sorsaydı, bugün çok daha güzel bir gün olurdu."

Stajımın ilk haftasını doldurdum. İstanbul'daki bir Kyk yurdundaydım. Oradaki herkesten çok içten bir şekilde nefret ettim. Dar omuzlu, ince kollu, göbekten dolgun, zekadan zayıf, haftada bir banyo yapan insanlar. Yurtta tuvaletlerde tuvalet kağıdı bulunmuyordu, kimsenin eksikliğini çektiğini sanmıyorum.

Metrobüsün içindeki insanlara bakarken düşünüyorum: Türkler mi çok çirkin yoksa alt-orta sınıf mı diye. Kötü beslenmeden böyle oluyor hep. Bu kadar çok çoğalmasanız tavşanlar gibi. Rızkını da vermiyor Allah işte, bir metrobüs dolusu şekilsiz canlı oluyor, ola ola. Herkes Küçük Sırlar'daki Ayşegül gibi olacak olsaydı hiç itirazım yoktu halbuki.


İnsanlara küçük yaştan itibaren zorunlu savaş ve şiddet karşıtlığı dersi verilmeli. Ancak o zaman kendimizi hepten yok etme ihtimalimiz biraz azalır. İnsanlar küçük yaşlarda iyi öğrenirlerse bir şeyi, hayatlarının sonuna kadar pek sorgulamadan o bilince sahip oluyorlar. Milyarlarca insan abidik masalların gerçekliğini sorgulamıyorken savaş karşıtlığı bilincini yerleştirmek de zor olmamalı.

O kadar bıyıkla nasıl üstinsan olunur lan üstinsanın o kadar kılı olmaz ehue. Bir de dün şeyi düşündüm. Jean-Paul Sartre'la msn'de konuşsak falan "Canım iyi hoş benimle konuşuyorsun bir gözün hep havalarda." desek de o da üzgün smiley gönderse. JP Sartre'den şöyle bir mesaj geliiyor ":(((" . Komik bence ehe, It's Always Sunny in Philedelphia da çok komik.